“Yaşasın sıdk! Ölsün ye’s! Muhabbet devam etsin! Şûrâ kuvvet bulsun! Bütün levm ve îtab ve nefret, heva hevese tâbi olanlara olsun; selâm ve selâmet, Hüdaya tâbi olanların üstüne olsun! Âmin...”
Şam’da fazla kalmadı. Şarkî Anadolu’da Medreset-üz-zehra nâmiyle vücûda getirmek istediği dârülfünûnun küşadı için çalışmak üzere İstanbul’a geldi. Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahati münasebetiyle Vilâyât-ı Şarkiye nâmına refakat etti. Yolda şimendiferde iki mektep muallimi ile aralarında bir bahis açılır. Şimendiferde yaptıkları bu mübâhasenin hülâsası, Hutbe-i Şamiye adlı eserin zeylinde yazılmıştır. Birkaç cümlesini aynen alıyoruz:
“Hürriyetin başında, Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahati münasebetiyle Vilâyât-ı Şarkiye nâmına ben de refakat ettim. Şimendiferimizde iki mektepli mütefennin arkadaşla bir mübahase oldu. Benden sual ettiler ki:
— Hamiyet-i dîniye mi, yoksa hamiyet-i milliye mi daha kuvvetli, daha lâzım?
Dedim:
— Biz Müslümanlar indimizde ve yanımızda din ve milliyet, bizzat müttehiddir; îtibarî, zâhiri, ârızî bir ayrılık var. Belki din, milliyetin hayatı ve rûhudur. İkisine, birbirinden ayrı ve farklı bakıldığı zaman; hamiyet-i dîniye, avâm ve havassa şâmil oluyor... Hamiyet-i milliye, yüzden birisine, yâni menfaat-i şahsiyesini millete feda edene münhasır kalır. Öyle ise, hukûk-u umûmîye içinde hamiyet-i diniye esas olmalı, hamiyet-i milliye ona hâdim ve kuvvet ve kal’ası olmalı. Husûsan biz şarklılar, garblılar gibi değiliz. İçimizde, kalblerde hâkim, hiss-i dînidir. Kader-i Ezelî, ekser enbiyâyı şarkta göndermesi işâret ediyor ki: Yalnız hiss-i dîni, şarkı uyandırır, terakkiye sevkeder. Asr-ı Saadet ve Tâbiîn bunun bir bürhân-ı kat’isidir.