Halbuki tesadüf, olsa olsa bir sahifede kesretli emsâl kelimeleri bulunsa, yarı yarıya tevâfuk olur; ancak bir iki sahifede tamamen tevâfuk edebilir. O halde böyle umum sahifelerde Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm kelimesi; iki olsun, üç olsun, dört olsun veya daha ziyâde olsun, kemâl-i mîzan ile birbirinin yüzüne baksa; elbette tesadüf olması mümkün değildir. Hem sekiz ayrı ayrı müstensihin bozamadığı bir tevafukun, kuvvetli bir işâret-i gaybiyye içinde olduğunu gösterir. Nasılki ehl-i belâğatın kitaplarında, belâğatın derecatı bulunduğu halde, Kur’ân-ı Hakîmdeki belâğat, derece-i i’caza çıkmış. Kimsenin haddi değil ki ona yetişsin. Öyle de: Mu’cizat-ı Ahmediyyenin bir âyinesi olan On Dokuzuncu Mektub ve Mu’cizat-ı Kur’âniyyenin bir tercümanı olan Yirmi Beşinci Söz ve Kur’ânın bir nevi tefsiri olan Risâle-i Nur eczalarında tevafukat, umum kitapların fevkınde bir derece-i garabet gösteriyor. Ve ondan anlaşılıyor ki: Mu’cizat-ı Kur’âniyye ve Mu’cizat-ı Ahmediyye’nin bir nevi kerâmetidir ki, o âyinelerde tecelli ve temessül ediyor.
İkinci İşâret: Hizmet-i Kur’âniyye’ye âid İnâyât-ı Rabbânîyye’nin ikincisi şudur ki: Cenâb-ı Hak, benim gibi kalemsiz, yarım ümmî, diyar-ı gurbette, kimsesiz, ihtilâttan men’edilmiş bir tarzda; kuvvetli, ciddî, samimî, gayyûr, fedakâr ve kalemleri birer elmas kılınç olan kardeşleri bana muavin ihsan etti. Zaîf ve âciz omuzuma çok ağır gelen vazîfe-i Kur’âniyyeyi, o kuvvetli omuzlara bindirdi, kemâl-i kereminden yükümü hafifleştirdi. O mübârek cemâat ise; Hulûsî’nin ta’biriyle, telsiz telgrafın ahizeleri hükmünde ve Sabri’nin ta’biriyle, nur fabrikasının elektriklerini yetiştiren makineler hükmünde ayrı ayrı meziyetleri ve kıymetdar muhtelif hâsiyetleriyle beraber, yine Sabri’nin ta’biriyle bir tevafukat-ı gaybiyye nev’inden olarak, şevk ve sa’y ü gayret ve ciddiyette birbirine benzer bir sûrette, esrâr-ı Kur’âniyyeyi envâr-ı îmaniyyeyi etrafa neşretmeleri ve her yere eriştirmeleri; ve şu zamanda (yâni hurufat değişmiş, matbaa yok, herkes envar-ı îmaniyyeye muhtaç olduğu bir zamanda) ve fütur verecek ve şevki kıracak çok esbab varken bunların fütursuz, kemâl-i şevk ve gayretle bu hizmetleri, doğrudan doğruya bir kerâmet-i Kur’âniyye ve zâhir bir İnâyet-i İlâhîyyedir.
Evet, velâyetin kerâmeti olduğu gibi, niyet-i hâlisenin dahi kerâmeti vardır; samimiyetin dahi kerâmeti vardır... Bâhusus, Lillâh için olan bir uhuvvet dâiresindeki kardeşlerin içinde, ciddî, samimî tesanüdün çok kerâmetleri olabilir. Hatta şöyle bir cemâatin şahs-ı ma’nevîsi, bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inâyâta mazhar olur.