Yedinci Sebeb: Ma’lûmdur ki, bir me’murun vazîfesi, hey’et-i içtimâîyeye muzır eşhâsa meydan vermemek ve nâfi’lere yardım etmektir. Halbuki beni nezaret altına alan me’mur, kabir kapısına gelen, misafir bir ihtiyar adama
’daki îmanın lâtif bir zevkini îzah ettiğim vakit, -bir cürm-ü meşhud hâlinde beni yakalamak gibi- çok zaman yanıma gelmediği halde, o vakit güya bir kabahat işliyorum gibi yanıma geldi. İhlâs ile dinliyen o biçâreyi de mahrum bıraktı; beni de hiddete getirdi. Halbuki burada ba’zı adamlar vardı, o onlara ehemmiyet vermiyordu. Sonra edebsizliklerde ve köydeki hayat-ı içtimâîyeye zehir verecek sûrette bulundukları vakit, onlara iltifat etmeye ve takdir etmeye başladı. Hem ma’lûmdur ki : Zindanda yüz cinâyeti bulunan bir adam, nezarete memur zâbit olsun, nefer olsun, her zaman onlarla görüşebilir. Halbuki bir senedir, hem âmir, hem nezarete me’mur hükümet-i milliyece iki mühim zat kaç def’a odamın yanından geçtikleri halde, kat’a ve asla ne benim ile görüştüler ve ne de hâlimi sordular. Ben evvel zannettim ki, adâvetlerinden yanaşmıyorlar. Sonra tahakkuk etti ki, evhamlarından. Güya ben onları yutacağım gibi kaçıyorlar. İşte şu adamlar gibi eczâsı ve me’murları bulunan bir hükümeti, hükümet diyerek merci tanıyıp müracaat etmek, kâr-ı akıl değil; beyhude bir zillettir. Eski Said olsaydı Antere gibi diyecekti:
Eski Said yok, Yeni Said ise, ehl-i dünya ile konuşmayı ma’nasız görüyor. Dünyaları başlarını yesin! Ne yaparlarsa yapsınlar! Mahkeme-i Kübrâ’da onlarla muhâkeme olacağız der, sükût eder.
Adem-i müracaatımın sebeblerinden sekizincisi : “Gayr-ı meşrû’ bir muhabbetin neticesi, merhametsiz bir adâvet olduğu” kaidesince, âdil olan kader-i İlâhî, lâyık olmadıkları halde meylettiğim şu ehl-i dünyanın zâlim eliyle beni tâzib ediyor. Ben de bu azâba müstahakım deyip sükût ediyordum. Çünkü : Harb-i Umûmîde Gönüllü Alay Kumandanı olarak iki sene çalıştım, çarpıştım.