Müdafalar | Müdafalar | 168
(1-190)
Fâni hayatta mühasıran maddi menfaatlarla mağlub ve İlahiyat düşmanı; hükümdarlardan ziyade hüküm taraftarı bazı siyasi ve idari me'murlar görülmüştür. Aynı zamanda nazariyatını ilmiyâtına, yahut maddeyi manâya tatbik edemeyen bazı hâkimler, bilirkişiler bile hasbe'l-beşeriye kasden veyahut kazâen te'vile, gadre kapılabilirler.
Mesela: İslâmiyete mütecaviz Viktor Hügo'nun aksine, bir de meşhur yüksek Lamartin vardır. O da diyor: "Büyük Allah'ın Kur'an'ındaki te'yîd emriyle, Peygamberimiz hevâdan konuşmaz. Ne söylerse Allah'ın ilhâmıyla söyler. Aynı zamanda o Peygamber-i Zîşân (A.S.M.) bir kavme değil, bütün beşeriyete beşer ve nezirdir. Âleme rahmet için ba's olunmuştur." akîdesiyle vecde geliyor. Hatta lisanımıza tercüme edilen eserlerden birinde diyor ki:
Nice Dârâlar, İskenderler bu cidal-gâha gelmiştir Hemen hepsi birer nâm ve şân alıp gitmiştir Fakat sen, O Hazret-i Muhammed'e (A.S.M.) bak! O Tabîb-i mutlak, O hâkim-i Arş'a da bak! Öyle bir dinin bânisi, Akla hayret verir maânisi İşte bu da hürmete lâyık yüksek bir kanâattır.
Bununla beraber, müekkilim Said'in otuzbeş sene evvel matbuata intikal ve cumhûrî devrimizde de intişar eden terkiblerden bir bend bugün kaleme alınmış farz ve arz olunsa, acaba dünya menfaatı için tevehhüme, tedehhüşe, tahakküme tenezzül etmeyen herhangi bir idare ve kanun adamının te'viline, takibine lüzûm var mıdır? Bütün ahvalde medenî ve İlâhî kanâatler mahrem olduğuna göre:
Lâzım gelir ef'âliyle tebcil olmayı... Ta'yin-i kemâlat ile takdis-i kemâlât bahsinde Ayırmak gerektir elbet kudemâyı Viktor Hügo'nun şöhreti dünyaları tutmuş Ama yine takdir edemem öyle dehâyı Hâmid gibi makber bırakan var mı cihanda Tahrib eder insan, göze aldıkça hayayı Ol kimse ki: Eyyâmı geçer fısk u fücûr ile İrfanıyla memnun edemez halk, Hüdâyı
Çok meyvesi yok ser vü semen sâye-i eşcar Müsmir şecere semm yapıyor âb-ı havayı Eşraf tanırız kavl-i metin, fiil-i emîni Takdis ederiz mü'min-i kâmil şürefâyı Ashâb-ı Kiram hangi tarîkten yürümüşse Tâkibe sezâ işte odur râh-ı Hüdâî Peygamber-i Zîşân'ımızın (A.S.M.) emrine dâim münkad Olarak görmeliyiz nûr-u Hüdâyı Tağyir-i hakikat bizi berbâd edecektir Mahşerde nedâmet dahi nâ-şâd edecektir. İşte bu da serbest ve intibahi bir kanâat, bir hakikattır.
Kaldı ki; müekkilim gibi yetmişbeş yaşını bitirmiş, şahsî, dünyevî bütün ihtiraslardan, nâ-meşru' menfaatlardan uzak kalmış, sırf âhiret işine koyulmuş bir adamın yazıları elbette serbest olacaktır. Hüsn-ü niyete makrûn olduğu için pervâsız, riyâsız olacaktır. Bunları tedkik ile, altından te'vil ile cürüm çıkarmak, itibarsız tevehhümden, tedehhüşten, tahakkümden başka birşey değildir.
Müekkilimin yüzotuz risaleye bâliğ olan Risale-i Nur'da hiç birinde esas maksad cihetiyle dünya işlerini alâkalandıran yoktur. Hepsi, dünyanın nuru olan Kur'an'ın nurundan iktibas edilmiş; âhirete, îmana taalluk eden sözlerdir. Bunlar, ne siyasî ne de dünyevî hiçbir gaye ve maksad taşımaz. Bunlardan cümleler alınarak manasız te'villerle mahkemeleri işgal etmek.. mâsum, ilim ve iman sahiblerini iş ve güçlerinden alıkoymak, mahpuslarda süründürmek.. vatan, millet nâmına çok yazıktır.
Bir yüzlü Müslümanlar, hakiki âlimler, -hâşâ- dini siyasete âlet edemezler. Bilakis ikiyüzlü siyaset adamları, cem'iyetlerin bazı harîsleri, -dünya menfaatı için- dini istihfâfen siyasete âlet etmek isteyebilirler. Bu vadilerde müdafaata arz-ı tazallumatım bir dereceye kadar elîm farzolunabilir. Ne yapayım, ızdırab döşeğinde inleyen hasta bir din âliminin müdafaatını zayıf omuzlarıma alarak inliyorum. Her suretle inlemek, hastaların; her suretle de dinlemek, hâzık hekim, âdil hâkimlerin hakkıdır.
Bu takdirlerle, müekkilimin üç devredeki riyasız serbest kanâatlarına kısa kısa temastan evvel, tereddüdsüz vekâletlerini kabul eden hürmetkârınız; Birinci Umumi Harbin ibtidalarında, Bitlis Bidayet Mahkemesi âza mülâzımı idim. O günün Bitlis valisi, bugünün Çankırı milletvekili Abdülhâlık Randa, ordunun iaşesine tahsisi edilen onbir fırının çıkardığı peksimet anbarlarına beni fahri memur ta'yin etmişti. O sırada müekkilim, ilim tahsili peşindeki talebeleriyle birlikte gönüllü alay kumandanı olarak mücadeleye koyulmuş, bir dakika ordunun müzaharetinden ayrılmamış. Son zamanlarda şehir içine kadar saldıran düşmana karşı da Allah rızası için göğüs-göğüse çarpışarak bir ayağından mecrûhen düşmana esir edilmişti.
Şahid olduğum dinî, vatanî mücâhedâtını müdafaattan daha ziyade izahım, kıymetli vaktinizi ziyaa müessir olacağından tevakkuf taraftarıyım. Ancak kısa kısa temasım maddi menfaatlarına değil, manevi riyasız serbest kanaatlarına gelince:
1-Hilafet devrinde, Van vâlisi merhum Tahir Paşa bir ilim meclisinde, Mezheb-i Mâliki'ye ilişmek fikriyle: "Kelb de hınzır gibi necis mi, değil mi?" soruyor. Müekkilim: "Mâliki Mezhebinde kelb tâhirdir, fakat, Tâhir kelb değildir" söyleyince, istibdadın nâmdar salahiyetli vâlisi, dine taalluk eden bu ilmî fetvadan, dini kanâatdan asla müteessir olmuyor, takdirde bulunuyor, sonra ondan ilim dersini alıyor.
Bugün ise, Afyon'dan aldığım mektublarda diyorlar ki: "Müekkiliniz son derece baskı altındadır. Reise müracaat ediyoruz; savcıya gidiniz. Savcıya gidiyoruz; 'hapishane nizamı var, karışmam' diyor." Müekkilim zâlim değil, mazlum bir mahkumdur. Herhangi bir mahkum, sehpaya sevk edilinceye kadar kanunen hoş tutulmalıdır. Hatta bir aralık şiddetini gösteren kış içinde, yalnız büyük bir koğuşa tıkılıyor. Haber alan bazı şefkatli dindar Müslamanlar; soba kurmak, hasta bir âlime imdat etmek istiyorlar. Adâlete me'mur savcı: "Siz, devletten zengin değilsiniz." diyor, kurdurmuyor. Medenî, insânî kanâatlara göre: Adâlet, kanun denildimi; mazlûmun yüzü gülmeli, zâlimin beyni kaynamalı kanaatındayım.
Ses Yok