Müdafalar | Müdafalar | 183
(1-190)
NUR TALEBELERİNİN MAHKEMELERDE YAPTIKLARI MÜDAFAALAR DİYARBAKIR SULH CEZA MAHKEMESİ YÜKSEK MAKAMINA:
3Şubat 956 Mahkeme-i âdilenizin huzuruna çıkmaktan fevkalâde memnunum.
Adil mahkemeler; kâinat Halık'ının HAK isminin, ÂDİL isminin ve daha çok Esma-i İlâhiyenin tecelligâhıdır. Hak nâmına hükmeden, Âdil-i Mutlak hesabına adalet eden ve hakiki, İslâmi bir adâlet olan kürsî-i muallâ ne yüksektir, ne mübecceldir... Hak tanımaz, mağrur zâlimlerin huzurunda, ser-füru ettiren, haksızları hakkı teslime icbar eden âdil mahkemeler, en yüksek tebcile ve en âli ihtirama sezadırlar.
Zulüm ve gadr ile hukuku ihlâl edilmiş, haysiyet ve şerefi pâyimal edilmiş mazlumların, huzurunda ahz-ı mevki ile tazallum-u hâl eden bîçarelerin şu dünya-yı fânide, ihkak-ı hak için mesned-i re'sleri, mahkemelerdir. Şu halde, ne şeref-bahş bir taht-ı âlîdir ki; mazlûmlara melce' ve penah, zalimlere de hüsran ve tebah oluyor.
_________________________
Acaba, bu eşedd-i zulm-ü müstebidaneye karşı, pek çok kuvveti bulunan bu fedakarın, bu kadar tahammülünün ve maddi kuvvetle mukabele etmemesinin hikmet nedir?
Bunu, size ve umum ehl-i vicdana ilan ediyorum ki: Yüzde on zındık dinsizlerin yüzünden doksan masuma zarar gelmemek için, bütün kuvvetimle dahildeki emniyet ve âsâyişi muhafaza etmek için, nur dersleriyle herkesin kalbinde bir yasakçıyı bırakmak için, Kur'an-ı Hakim bana o dersi vermiş. Yoksa, bu günde yirmisekiz senelik zalim düşmanlarımdan intikamımı alabilirdim. Onun içindir ki; âsâyişi, masumların hatırı için, muhafaza yolunda haysiyetini, şerefini tahkir edip işkence edenlere karşı, müdafaa etmiyorum.
İnsanların ebrarını da, eşrarını da cem' eden huzur-u mehâkim, öyle korkulacak bir yer değildir. Belki muhabbete, hürmete lâyıktır.
Sultanlarla köleleri, asilzâdelerle âhâd-ı nâsı müsavi tutan şu makam, saltanattan da mübecceldir. Hususiyle, bütün âlem-i insaniyete devirlerin, asırların akışı boyunca adâlet dersini veren İslâm mahkemeleri; akvam-ı sâirenin engizisyonlarına mukabil, adâlet nûrunu bîçare beşerin kara sahifesine haşmetle aksettirmiştir. Adliye ve adâlet tarihimiz, bunun binlerle misâline şahiddir.
Ezcümle: Bu mübarek, adâletli mahkemenin huzurunda iftiharla arz etmek isterim ki; meşhur İslâm seyyahı ve tarihçisi Evliya Çelebi, Seyahatnâmesi'nde diyor ki: "İlk İstanbul kadısı (hâkimi) olan Hızır Bey Çelebi'nin huzurunda, Haşmetli Padişah Fâtih ile bir Rum mimarı arasında şöyle bir muhakeme cereyan eder:
Büyük bir âbidenin inşasında kullanılacak iki mermer sütûnu Fâtih, bir Rum mimarına teslim eder. Mimar da, Fâtih'in arzusunun hilâfına olarak, bu sütûnları üçer arşın kesip kısaltır. Fâtih, cezaen, Rum mimarının elini kestirir. Rum mimarı da, Fâtih aleyhine dâva açar. Bunun üzerine mahkemeye celb edilen Büyük Padişah, baş köşeye geçmek istemiş. Birdenbire, hâkimin şu ihtariyle karşılaşmış:
-Oturma Beyim! Hasmınla mürafaa-i şer'i olacaksın; ayakta beraber dur! Hızır Bey Çelebi, bu koca Şanlı Padişah-ı maznuna, haksız el kestirdiği için, kendisinin de kısasa tabi olduğunu ve elinin kesileceğini bildirir.
Fakat, mimar kısas istemediği için, Büyük Fâtih, günde on altun tazminata mahkûm olur; ve hattâ koca Fatih kısastan kurtulduğu için, bu tazminatı kendiliğinden yirmi altuna çıkarır.
İslâm mahkemesinin adâletinin şanlı misallerinden biri olan şu misal, bize en haşmetli hükümdârlarla en âciz ferdlerin huzûr-u mahakimde müsavi olduğunu gösteriyor. İşte ben de bugün, Fatih kadar şanlı, kahraman İslâm hâkimi Hızır Bey Çelebi'nin makamının mümessili olan ve hakikî adâlet-i Kur'aniyeyi esas tutan bir makamın yerinde bulunan bir mahkemenin huzurunda bulunuyorum. Bütün kalbimi huzur ve sürura kalbeden memnuniyetim budur.
Kahraman ecdadımızın bu kadar ulviyyetinin sırrı; kalblerinden ALLAH korkusunun mevcudiyetiyle, Kur'an nurunun ve nihayetsiz feyzinin ruhlarında yerleşmiş olması ve kudsî hakaika karşı sonsuz ve nihayetsiz derecede merbutiyetleridir. O mübarek ecdaddan bize tevarüs eden, ALLAH ve KUR'-AN için akıttıkları kudsi kanlarının hâlen eserleri bulunan bu yurdda ve aziz canlarını feda ettikleri şu memlekette: "Kur'an'ın kudsi hakikatlarına hizmet ediyor, Kur'an'ın tefsirini okuyor, evinde bulunduruyor." kaydiyle mahkemenin huzuruna sevk edildim.
Evet muhakememiz şahsımla alâkadar olmaktan ziyade, RİSALE-İ NUR'un muhâkemesidir. Risale-i Nur ise, Kur'an-ı Mucizü'l-Beyanın semavî ve kudsi hakaikının tereşşuhatı olmak hasebiyle, o yüksek eserlerdeki kıymet, doğrudan doğruya Kur'an'a âittir. Şu halde, muhakeme de Kur'an'ın muhakemesidir. Ehl-i Tevhidin kitabı olan KELAMULLAH, bütün âyât ve beyyinatiyle Hâlık-ı kâinâtın vahdaniyetini ve ehadiyyetini i'lan ediyor.
Kur'an'ın, ehl-i ukûlü hayrette bırakan i'cazı, belâgat ve fesahati, nihayet derecedeki yüksek üslûbu, selâset-i beyanı, elhasıl sonsuz bedayi' ve camiiyyeti ile ins ve cinnin kıyamete kadar gelecek ihtiyacâtına ekmeliyyetle kâfi gelmesi, dünya ve âhiret saadetinin rehberi bulunması ve bütün asırlardaki tabakat-ı beşere hitab etmesi ve kâinat Hâlıkının marziyatını kullarına bildirecek âyât ve beyyinatı tefsir ve izah edecek mütehassıs ehl-i ilmin bulunması zaruretine binaen her asırda gelen binler müdakkik ehl-i ilim, yüz binlerle Kur'an tefsirlerini meydana getirmişler; bütün asırları Kur'an'ın nuriyle ışıklandırmışlardır.
İşte Risale-i Nur da; bu asırda Kur'an'ın feyziyle vücud bulan, beşerin tekâmülatına uygun olarak Kur'an'ın gösterdiği mu'cizeli hakikatların, bu tekâmül ile sâha-yı fi'le konulduğunu bildiren ve asrın idrakine hitab eden gayet kudsi bir tefsirdir. Kur'an, Tevhid-i İlâhiyi i'lan ediyor. Risale-i Nur da, iman-ı Billahı gösteren ve hakaik-ı îmaniyeyi ders veren âyetleri tefsir ediyor.
İşte muhakemenin asıl mevzuu budur.
3Şubat 956 Mahkeme-i âdilenizin huzuruna çıkmaktan fevkalâde memnunum.
Adil mahkemeler; kâinat Halık'ının HAK isminin, ÂDİL isminin ve daha çok Esma-i İlâhiyenin tecelligâhıdır. Hak nâmına hükmeden, Âdil-i Mutlak hesabına adalet eden ve hakiki, İslâmi bir adâlet olan kürsî-i muallâ ne yüksektir, ne mübecceldir... Hak tanımaz, mağrur zâlimlerin huzurunda, ser-füru ettiren, haksızları hakkı teslime icbar eden âdil mahkemeler, en yüksek tebcile ve en âli ihtirama sezadırlar.
Zulüm ve gadr ile hukuku ihlâl edilmiş, haysiyet ve şerefi pâyimal edilmiş mazlumların, huzurunda ahz-ı mevki ile tazallum-u hâl eden bîçarelerin şu dünya-yı fânide, ihkak-ı hak için mesned-i re'sleri, mahkemelerdir. Şu halde, ne şeref-bahş bir taht-ı âlîdir ki; mazlûmlara melce' ve penah, zalimlere de hüsran ve tebah oluyor.
_________________________
Acaba, bu eşedd-i zulm-ü müstebidaneye karşı, pek çok kuvveti bulunan bu fedakarın, bu kadar tahammülünün ve maddi kuvvetle mukabele etmemesinin hikmet nedir?
Bunu, size ve umum ehl-i vicdana ilan ediyorum ki: Yüzde on zındık dinsizlerin yüzünden doksan masuma zarar gelmemek için, bütün kuvvetimle dahildeki emniyet ve âsâyişi muhafaza etmek için, nur dersleriyle herkesin kalbinde bir yasakçıyı bırakmak için, Kur'an-ı Hakim bana o dersi vermiş. Yoksa, bu günde yirmisekiz senelik zalim düşmanlarımdan intikamımı alabilirdim. Onun içindir ki; âsâyişi, masumların hatırı için, muhafaza yolunda haysiyetini, şerefini tahkir edip işkence edenlere karşı, müdafaa etmiyorum.
İnsanların ebrarını da, eşrarını da cem' eden huzur-u mehâkim, öyle korkulacak bir yer değildir. Belki muhabbete, hürmete lâyıktır.
Sultanlarla köleleri, asilzâdelerle âhâd-ı nâsı müsavi tutan şu makam, saltanattan da mübecceldir. Hususiyle, bütün âlem-i insaniyete devirlerin, asırların akışı boyunca adâlet dersini veren İslâm mahkemeleri; akvam-ı sâirenin engizisyonlarına mukabil, adâlet nûrunu bîçare beşerin kara sahifesine haşmetle aksettirmiştir. Adliye ve adâlet tarihimiz, bunun binlerle misâline şahiddir.
Ezcümle: Bu mübarek, adâletli mahkemenin huzurunda iftiharla arz etmek isterim ki; meşhur İslâm seyyahı ve tarihçisi Evliya Çelebi, Seyahatnâmesi'nde diyor ki: "İlk İstanbul kadısı (hâkimi) olan Hızır Bey Çelebi'nin huzurunda, Haşmetli Padişah Fâtih ile bir Rum mimarı arasında şöyle bir muhakeme cereyan eder:
Büyük bir âbidenin inşasında kullanılacak iki mermer sütûnu Fâtih, bir Rum mimarına teslim eder. Mimar da, Fâtih'in arzusunun hilâfına olarak, bu sütûnları üçer arşın kesip kısaltır. Fâtih, cezaen, Rum mimarının elini kestirir. Rum mimarı da, Fâtih aleyhine dâva açar. Bunun üzerine mahkemeye celb edilen Büyük Padişah, baş köşeye geçmek istemiş. Birdenbire, hâkimin şu ihtariyle karşılaşmış:
-Oturma Beyim! Hasmınla mürafaa-i şer'i olacaksın; ayakta beraber dur! Hızır Bey Çelebi, bu koca Şanlı Padişah-ı maznuna, haksız el kestirdiği için, kendisinin de kısasa tabi olduğunu ve elinin kesileceğini bildirir.
Fakat, mimar kısas istemediği için, Büyük Fâtih, günde on altun tazminata mahkûm olur; ve hattâ koca Fatih kısastan kurtulduğu için, bu tazminatı kendiliğinden yirmi altuna çıkarır.
İslâm mahkemesinin adâletinin şanlı misallerinden biri olan şu misal, bize en haşmetli hükümdârlarla en âciz ferdlerin huzûr-u mahakimde müsavi olduğunu gösteriyor. İşte ben de bugün, Fatih kadar şanlı, kahraman İslâm hâkimi Hızır Bey Çelebi'nin makamının mümessili olan ve hakikî adâlet-i Kur'aniyeyi esas tutan bir makamın yerinde bulunan bir mahkemenin huzurunda bulunuyorum. Bütün kalbimi huzur ve sürura kalbeden memnuniyetim budur.
Kahraman ecdadımızın bu kadar ulviyyetinin sırrı; kalblerinden ALLAH korkusunun mevcudiyetiyle, Kur'an nurunun ve nihayetsiz feyzinin ruhlarında yerleşmiş olması ve kudsî hakaika karşı sonsuz ve nihayetsiz derecede merbutiyetleridir. O mübarek ecdaddan bize tevarüs eden, ALLAH ve KUR'-AN için akıttıkları kudsi kanlarının hâlen eserleri bulunan bu yurdda ve aziz canlarını feda ettikleri şu memlekette: "Kur'an'ın kudsi hakikatlarına hizmet ediyor, Kur'an'ın tefsirini okuyor, evinde bulunduruyor." kaydiyle mahkemenin huzuruna sevk edildim.
Evet muhakememiz şahsımla alâkadar olmaktan ziyade, RİSALE-İ NUR'un muhâkemesidir. Risale-i Nur ise, Kur'an-ı Mucizü'l-Beyanın semavî ve kudsi hakaikının tereşşuhatı olmak hasebiyle, o yüksek eserlerdeki kıymet, doğrudan doğruya Kur'an'a âittir. Şu halde, muhakeme de Kur'an'ın muhakemesidir. Ehl-i Tevhidin kitabı olan KELAMULLAH, bütün âyât ve beyyinatiyle Hâlık-ı kâinâtın vahdaniyetini ve ehadiyyetini i'lan ediyor.
Kur'an'ın, ehl-i ukûlü hayrette bırakan i'cazı, belâgat ve fesahati, nihayet derecedeki yüksek üslûbu, selâset-i beyanı, elhasıl sonsuz bedayi' ve camiiyyeti ile ins ve cinnin kıyamete kadar gelecek ihtiyacâtına ekmeliyyetle kâfi gelmesi, dünya ve âhiret saadetinin rehberi bulunması ve bütün asırlardaki tabakat-ı beşere hitab etmesi ve kâinat Hâlıkının marziyatını kullarına bildirecek âyât ve beyyinatı tefsir ve izah edecek mütehassıs ehl-i ilmin bulunması zaruretine binaen her asırda gelen binler müdakkik ehl-i ilim, yüz binlerle Kur'an tefsirlerini meydana getirmişler; bütün asırları Kur'an'ın nuriyle ışıklandırmışlardır.
İşte Risale-i Nur da; bu asırda Kur'an'ın feyziyle vücud bulan, beşerin tekâmülatına uygun olarak Kur'an'ın gösterdiği mu'cizeli hakikatların, bu tekâmül ile sâha-yı fi'le konulduğunu bildiren ve asrın idrakine hitab eden gayet kudsi bir tefsirdir. Kur'an, Tevhid-i İlâhiyi i'lan ediyor. Risale-i Nur da, iman-ı Billahı gösteren ve hakaik-ı îmaniyeyi ders veren âyetleri tefsir ediyor.
İşte muhakemenin asıl mevzuu budur.
Ses Yok