Müdafalar | Müdafalar | 51
(1-190)
Üçüncü Sehiv : Yanlış mana vermekle raporda : "Said bazen kerametler yazar. yazmak istemezdim; bana yazdırıldı.' Hem bazen : 'Bu cevab mânevi cânibden geldi. ve hakikat âleminden bildirildi.' Hem bazen : 'Kudsi bir müjde veriyor.' 'Her yüz senede bir müceddid gelir.' fikriyle kendisinin zamanın müceddidi olduğu fikrini uyandırıyor." demişler.
Elcevab : Hâşâ bin def'a hâşâ. Benim haddim değil ki, o kerametleri benliğime mal edeyim. Belki benim pek çok kusurlarımla beraber Risale-i Nur ile iman hizmetinde çalışmamıza bir ikram-i İlâhi ve o hizmetin makbuliyetine dair bereketten gelen bir emareyi göstermek ve "Ne ile yaşıyor, nasıl geçiniyor?" diyenlere karşı da, bereket-i İlâhiye, bu hizmetimizi dünya maişetine âlet etmeye mecbur etmiyor demektir. Hem bu yazdığımız hakikatlar benim fikrim, malım değil; belki herkesin kalbinin bir köşesinde bulunan bir lümme-i şeytanî ve vesveseci bulunduğu gibi, bir lümme-i ilham ve melekî bulunduğuna ehl-i hakikat ve diyanetin hükümlerine binâen, benim kalbimde dahi herkes gibi, bazen ihtiyarım haricinde ve fikrimin fevkinde hatırıma bir hakikat hutur eder. Yani, Kur'an'dan mânevi bir cânibden bir nev'i ilham hükmünde, bir güzel nükte ifham edilir demektir.
Ve hiç hatırıma gelmiyor ki, Yeni Said zamanında ve nefsin şerrinden ve benliğinden çok korkan ve belasını çeken şahsıma böyle bir mevki verdiğimi veya vermek istediğimi tahattur etmiyorum. Belki, Risale-i Nur'da isbat edilmiş ki: Bu zaman cemaat zamanıdır. Şahs-ı mânevi hükmeder. Eski zamanda dalâlet bir şahıstan geldiği cihetle, karşısına bir dâhi-i hidayet çıkardı. Şimdi ise cemaat şeklinde bir şahs-ı manevi olmasından, onun karşısında ancak bir şahs-ı mânevi mukabele edebilir. Yalnız eskidenberi ehl-i hakikat mabeyninde câri ve üstadına karşı fart-ı muhabbetten gelen fevkalhad hüsn-ü zanları ta'dil etmek ve nimet-i İlâhiyeye karşı küfran ve inkar etmemek niyetiyle, "müceddidlik" vazifesi olabilir. Fakat benim değil, Risale-i Nur'undur. Belki, bu zamana bakan Kur'an'ın bir cilve-i hakikatıdır. Risale-i Nur onu temsil eder. Ben neci oluyorum ki, kendime dava edeyim.
Dördüncü Sehiv : "Isparta'ya yağmur yağdırması, yazı bahara çevirmesi kerametidir." Şâkirdleri tarafından denilmiş.
Elcevab : Yağdırmak, çevirmek değil, belki Risale-i Nur bereketiyle yağdı ve döndü denilmiş.
Beşinci Sehiv : Tarikatın hakikatını ilmen izah eden "Telvihat-ı Tis'a" namındaki risalede, bir kısım makbul meczubların, bazen cezbe halinde hilâf-ı Şeriat hareketlerinin hikmetini beyan sırasında demiş ki : "İnsanda bazen lâtifeler ihtiyar altına girmez. Hükmettikleri zaman, o meczub adam Şeriat'a muhalefetiyle mes''ul olmaz." cümlesini, "Velâyet-i kübra yollarının en parlağı ve en yükseği sünnet-i seniyyeye ittiba'dır." fıkrasına bir tezaddır diye, raporda yazılmış. Bu zâhir bir sehivdir. Hem o sahifede derler : "Said, tasavvuf yapmadığını ve Kur'an'ı şerh ettiğini söyler. Hem hapishanede iken, Gavs-ı A'zâm Abdulkadir-i Geylânî'yi imdadına çağırıyor. Ve hurufçuluk yapıyor." diye, medar-ı tenkid bir tezad yapmışlar. Elcevap : Bu zâhir bir sehivdir. Çünki, Abdulkadir-i Geylâni'yi yalnız sofiler değil, belki ekser halk onu sever. Keramet-i zâhirelerine hayret ederler. Hatta meşhur bir Hıristiyan demiş: "Ben, İslâmiyeti kabul etmiyorum; fakat Şeyh Geylânî'yi de inkar edemiyorum." Böyle yüksek derecede kabul-ü ammeye mazhar bir zatı medh etmek ve himmetini ve şefaatini istemek, sofiliğimden değil, onun yüksekliğindendir. Ve ilm-i huruf namıyla eski zamanda cereyan eden ve nâ-ehil bir kısım şarlatanlar dahi, onu su-i isti'mal edip, hâfi ilimler sırasında gizlenen ve "Bâtıniyyun" taifesinde ehemmiyet verilen "hurufçuluk" ise, hesab-ı ebced ve tevafukla Risale-i Nur'un beyanatına gayet zâhir ve gözle görünür gibi tarzının, sâbık "hurufçuluk" ile hiç münasebeti olmadığı halde; bunu da, "ehl-i Sünnet'çe makbul olmayan "hurufçuluk" deyip, "sehven bir tezaddır" demişler.
Ses Yok