Müdafalar | Müdafalar | 52
(1-190)
Altıncı Sehiv : Raporda : "İşine gelirse 'Ben Kürd'üm, Şafiiyim. Biz, Hanefi ulemâsının Türkçe ezan gibi kararını tanımayız.' diyor" demişler. "Hem işine gelince 'Kürdlük, Türklük yoktur... Biz yek-vücuduz, Müslümanız, kardaşız' diyerek, ayrılığı red eder; milletlerin birliğini çıkarıyor, bu ise bir tezaddır" diyorlar.
Elcevab : Bundan ondört sene evvel, bir köyde yalnız, tazyik altında, insafsız bazı me'murlar, hususi ibadethânemde "Türkçe ezan ve kamet yapacaksın!" dediler. Bunların bütün bütün kanunsuz, keyfi zulümlerine karşı, o zaman yazdığım "Hücûmat-ı Sitte" nin zeylinde demiştim: "Hem, ben Şâfiîyim, hem dilim Türkçe değil. Hem hususi ibadethanemde yalnız bulunduğumdan, Hanefi mezhebinde olan bazı hocaların Türkçe ezan fetvaları, bana şumûlü olamaz." demişim, "onların kararlarını tanımıyoruz" dememişim.
Hem, bütün arkadaşlarım ve Risale-i Nur eczaları şâhiddirler ki: Ben eskidenberi milliyetimi İslâmiyet biliyorum. Kürdçülüğe hiçbir vakit taraftar olmadım ve terviç etmedim. Ve daima derim ki : Avrupa, milletçilik fikriyle anâsır-ı İslâmiyeyi birbirinden ayırmağa çalışıyor. Ben de, İslâmiyet hesabına, milliyeti yalnız İslâmiyet biliyorum. İslâmiyet noktasında bakmışım. Ve Avrupa'nın bu frenkî illetine karşı tedaviye çalışmışım. Hem, o zâlim me'murların kanunsuz, keyfî tazyiklerine karşı yazılan Hücûmat-ı Sitte'nin Zeyli, bir hiddet zamanında yazıldı. O hususi me'murlara karşı, şiddetli lisan kullanılmış. Yoksa, Risale-i Nur daima Kur'an edebiyle ziynetlenmiştir. Lisanı nezihtir. Yedinci Sehiv : Raporda : "Said, metafiziğin nazariyeleriyle haşri isbat ve Muhyiddin-i Arabî'nin vahdetü'l-vücud nazariyesini, bazen te'vile, bazen te'yideF kalkar..."
Bu da zâhir bir sehivdir. Muhyiddin-i Arabî'nin vahdetü'l-vücud mesleği ise... ehl-i sahv ve sahabelerin mesleği olmadığından, belki ehl-i istiğrakın meşrebi olmasından, eskiden beri Risale-i Nur onu te'vil ve te'yide değil, bilâkis, Muhyiddîn'i büyük ve makbul bildiği halde meşrebini kabul etmiyor. Velâyet-i kübra ehli olan sahabelerin ve Âl-i Beyt'in meşrebi "Lâ-mevcude illâ Hû" değildir. Belki istiğrak halinde dahi "Lâ-meşhude illâ Hû'dur. Onun için Risale-i Nur demiş : Muhyiddin-i Arabî o derece Vâcibül-Vücud'a hasr-ı nazar eder ki, kâinatı Cenab-ı Hak hesabına inkar eder dereceye gelir. Halbuki bu zamanda, o meşrebin bahanesiyle vahdetü'l-vücud nazariyesiyle maddiyatta boğulmuş, tabiat batağına düşmüş adamlar, kâinat hesabına ulûhiyeti inkar derecesine gitmek için bir vesile ittihaz etmeleri cihetinde, Risale-i Nur, Muhyiddin'i ve mesleğini böyle heriflerin gayet çirkin mesleklerinden kurtarmak fikriyle vahdetü'l-vücud kapısını kapıyor. Te'yid değil belki aklen ve mantıken kuvvetli bürhanlarla sahâbe ve ehl-i sahvın meşrebinin, o meşrebden daha yüksek, daha selâmetli olduğunu isbat etmiş.
Sekizinci Sehiv : Raporda demişler : "Bir adam hakikaten evliya olsa dahi, "bu benim kerametim" demesi dînen memnu'dur. Hele kitabta asla yazamaz.
Elcevap : Ben bütün dostlarımı işhad ediyorum ki, ben hiç bir vakit : "Veliyim, bu benim kerametimdir" dememişim ve diyemem. Ve demeye hiçbir hakkım yok. Belki daima dediğim budur : Risale-i Nur madem Kur'an'ın hakikatlarına hizmet ediyor, biz de o hizmet-i kudsiyede çalışıyoruz. Cenâb-ı Hak, Kur'an'ın mu'cize-i ma'neviyesinin bir şu'lesi olarak Kur'an'a keramet ve Risale-i Nur'a bir ikram ve bizlere ihsan-ı İlâhî ile ve bir lûtf-u Rabbânî ile merhamet ediyor. Hem ikram, keramet gibi değil, ikramın izharı niyet-i halis ile bir nevi şükürdür. Ve onun inkârı o nimeti inkâr hükmüne geçtiğinden bazen izhar edip, yazıyordum. Tâ ki, şakirdlerin hizmetteki şevkleri kırılmasın ve maişet derdi cihetinde gelen endişelere karşı bereket nev'inden gelen ikrâmât-ı İlâhiyeyi beyan ediyordum. Ve ekser şakirdler kendi maişetlerindeki tecrübeleriyle o ikram-ı İlâhîyi tasdik ediyorlar. Biz de hissediyoruz, derler. Daha derd-i maişet onları tazyik etmez ve hizmet-i imaniyeye mani olmaz.
Ses Yok