Müdafalar | Müdafalar | 91
(1-190)
Üçüncüsü : Sâbık mahkememizde bir müdde-i umumi yanlış bir mâna ile "Beşinci Şuâ"ya dair suallerinde kanun hesabına değil, belki bir ölmüş şahsın dostluğu taassubu hesabına mânasız ve lüzumsuz itirazları sebebiyle bu gelecek uzunca tafsilatı vermeğe mecbur oldum. Evvelâ: Bu Beşinci Şuâ'yı, hükümetin eline geçmeden evvel biz mahrem tutuyorduk. Hem bütün taharrilerde bende bulunmadı. Hem maksadı yalnız avamın imanlarını, şübhelerden ve müteşabih hadisleri inkârdan kurtarmaktır. Dünya cihetine üçüncü, dördüncü derecede, dolayısiyle bakar.
Hem verdiği haberler doğrudur. Hem ehl-i siyaset ve dünya ile mübareze etmiyor, yalnız ihbar eder. Hem şahısları tayin etmiyor. Külli bir surette, bir hakikat-ı hadisiyeyi beyan eder. Fakat gizli ellerde gezdiği için bir-iki hâşiye bilmediğimiz bazı zatlar tarafından ilave edilerek, o külli hakikatı bu asırdaki dehşetli bir şahsa tam tatbik etmişler. Onun için bu senelerde yeni te'lif edilmiş zanniyle itiraz ettiler. Hem o risalenin aslı, Dârül-Hikmet'ten daha eskidir. Yalnız bir zaman sonra, tanzim edildi. Risale-i Nur'a girdi. Şöyle ki: Bundan kırk sene evvel ve hürriyetden bir sene evvel İstanbul'a geldim. O zaman Japonya'nın başkumandanı, İslâm ulemâsından dinî bazı sualler sormuştu. Onları İstanbul hocaları benden sordular. Hem çok şeyleri o münasebetle sual ettiler.
Ezcümle, bir hadiste : "Ahirzamanda dehşetli bir şahıs sabah kalkar, alnında "Hâzâ Kafirun" yazılmış bulunur" diye hadis var deyip benden sordular. Dedim: Bir acib şahıs bu milletin başına geçer ve sabah kalkar başına şapka giyer ve giydirir. Bu cevaptan sonra bunu sordular : Acaba o zaman onu giyen kâfir olmaz mı? Dedim : Şapka başa gelecek, secdeye gitme diyecek. Fakat baştaki iman o şapkayı da secdeye getirecek, inşaallah Müslüman edecek. Sonra dediler "Aynı şahıs bir su içecek onun eli delinecek ve bu hadise ile "Süfyan" olduğu bilinecek?" Ben de cevaben dedim: Bir darb-ı mesel var. Çok israflı adama eli deliktir denilir. Yani elinde mal durmuyor, akıyor, zâyi oluyor, deniliyor. İşte o dehşetli adam bir su olan rakıya mübtela olup, onun ile hasta olacak ve kendisi hadsiz israfata girecek, başkalarını da alıştıracak. Sonra birisi sordu ki: "O öldüğü zaman İstanbul'da dikilitaşta şeytan dünyaya bağıracak ki; filân öldü." O vakit ben dedim : Telgrafla haber verilecek, fakat bir zaman sonra, radyo çıkmış işittim. Eski cevabım tam değilmiş bildim. On sene sonra Dârü'l-Hikmet'te iken dedim : Şeytan gibi radyo ile dünyaya işittirecek. Sonra sedd-i Zülkarneyn ve ye'cüc ve me'cüc ve dabbetü'l-arz ve deccal ve nüzul-u İsa (A.S.) hakkında sualler sormuşlardı. Ben de cevap vermiştim. Hatta eski risalelerimde onlar kısmen yazılmışlar. Bir zaman sonra Mustafa Kemal iki def'a şifre ile Van vilayetinin eski valisi ve benim dostum Tahsin Bey'in vasıtasiyle beni Ankara'ya -neşredilen Hutuvat-ı Sitte'ye mükafaten- taltif için celb etti, gittim. Şeyh Sunûsi, Kürdçe lisanı bilmediğinden beni Onun yerine üçyüz lira maaşla vilâyat-ı Şarkiye vaiz-i umumisi hem meb'us, hem Diyanet Riyaseti dairesinde Dârü'l-Hikmet âzalariyle beraber, eski vazifem ile memnun etmek ve benim Van'da temelini attığım Medresetü'z-Zehra ve şark dârü'l-fünunuma Sultan Reşad'ın verdiği, ondokuz bin altın lirayı yüzelli bin banknota iblağ ederek -ikiyüz meb'us içinde yüzaltmışüç meb'usun imzasiyle- kabul edildiği halde; ben, Beşinci Şua aslının verdiği haberin bir kısmını orada O adamda gördüm. Mecburiyetle o çok ehemmiyetli vazifeleri bırakdım. Ve bu adamla başa çıkılmaz, mukabele edilmez diye, dünyayı ve siyaseti ve hayat-ı içtimaiyeyi terk edip yalnız imanı kurtarmak yolunda vaktimi sarf ettim. Fakat bazı zalim ve insafsız memurlar, bana dünyaya bakacak iki-üç risaleyi yazdırdılar. Sonra bazı zatlar, Ahirzaman hâdisatını haber veren müteşabih hadisleri sual etmek münasebetiyle o eski risalenin aslını tanzim ettim. Risale-i Nur'un Beşinci Şua'ı namını aldı. Risale-i Nur'un numaraları, te'lif tertibiyle değil.. meselâ, Otuzüçüncü Mektub, Birinci Mektub'dan daha evvel te'lif edilmiş ve bu Beşinci Şua'nın aslı ve Risale-i Nur'un bir kısım eczaları, Risale-i Nur'dan evvel te'lif edilmiş. Her ne ise.. bu makamda bir müdde-i umuminin, Mustafa Kemal'e dostluğu taassubiyle, kanunsuz ve lüzumsuz ve yanlış itiraz ve sualleri beni bu sadet harici izahatı vermeğe mecbur eyledi. Ben onun, adliye kanunu namına tamamen şahsi ve kanunsuz bir sözünü misal olarak beyan ediyorum.
Dedi : "Beşinci Şua'da, sen hiç kalben nedamet etmedin mi ki; Onu, rakıdan ve şarabdan su tulumbası gibi tabirlerle tezyif etmişsin?" Ben onun, bütün bütün mânasız ve yanlış, o dostluk taassubuna mukabil derim: Kahraman ordunun zaferi ve şerefi ona verilmez, yalnız onun bir hissesi olabilir. Nasılki ordunun bütün ganimeti, malları, erzakları bir kumandana verilse zulümdür, dehşetli bir haksızlıktır. Evet nasıl o insafsız, o çok kusurlu adamı sevmemekle beni ittiham etti, adeta vatan haini yaptı. Ben de, onu orduyu sevmemekle ittiham ediyorum. Çünkü bütün şerefi ve mânevi ganimeti, o dostuna verip, orduyu şerefsiz bırakıyor. Hakikat ise, müsbet şeyler, haseneler, iyilikler cemaate, orduya tevzi edilir ve menfiler ve tahribat ve kusurlar başşa verilir. Çünkü : Bir şey'in vücudu, bütün şeraitin ve erkanının vücudu ile olur ki: Kumandan yalnız bir şarttır. Ve o şey (in ademi ve bozulması ise, bir şartın ademi ile ve bir rüknün bozulması ile mahvolur, bozulur. O fenalık başa ve reise verilebilir. İyilikler ve haseneler, ekseriyetle müsbet ve vücudidir. Başlar sahib çıkamazlar. Fenalıklar ve kusurlar, ademidir ve tahribdir. Reisler mes'ul olurlar. Hak ve hakikat böyle iken, nasıl ki, bir aşiret fütuhat yapsa, "Aferin Hasan Ağa" mağlub olsa, aşirete "tuh" diye, aşiret tezyif edilse, bütün bütün hakikatın aksine hükmedilir. Aynen öyle de ; beni ittiham eden o müddei bütün bütün hak ve hakikatın aksine bir hatasiyle, güya adliye namına hükmetti. Aynen bunu hatası gibi; Eski harb-i umumiden biraz evvel, ben Van'da iken, bazı dindar ve müttaki zatlar yanıma geldiler. dediler ki : Bazı kumandanlarda dinsizlik oluyor, gel bize iştirak et. Biz bu reislere isyan edeceğiz. Ben de dedim : O fenalıklar ve o dinsizlikler, o gibi kumandanlara mahsustur. Ordu onun ile mes'ul olmaz. Bu Osmanlı Ordusunda belki, yüzbin evliya var. Ben bu orduya karşı kılınç çekmem. Ve size iştirak etmem. O zatlar benden ayrıldılar, kılınç çektiler, neticesiz Bitlis Hadisesi vücuda geldi. Az zaman sonra, harb-i umumi patladı. O ordu, din namına iştirak etti, cihada girdi, o ordudan yüzbin şehidler evliya mertebesine çıkıp beni o davamda tasdik edip kanlariyle velayet fermanlarını imzaladılar. Her ne ise.. biraz uzun söylemeye mecbur oldum.
Çünki: Hiçbir hissiyatla ve harici te'siratla müteessir olmamak mahiyetinin kat'i bir hassası bulunan adâlet hakikatı namına, cüz'i ve hata hissiyat ve tarafgirlik ile bize ve Risale-i Nur'a karşı müzeyyifane hareket eden bir müdde-i umuminin acib vaziyeti beni bu uzun ifadeye sevketti. Dördüncü Esas : Eskişehir mahkemesi, yüzer risaleleri ve mektubları dört ay tedkikten sonra yalnız yüzyirmi adamdan, onbeş adama altışar ay ceza ve bana da, yüz risaleden yalnız bir-iki risalede onbeş kelime ile bir sene ceza verebildi. Tarikatçılık ve cemiyetçilik ve şapka mes'elelerinde beraet ettirdiler. Biz dahi o cezayı çektik. Ondan sonra Kastamonu'da çok def'a taharrilerde hiçbir ilişiğimi bulmadılar. Ve kaç sene evvel Isparta'da mahrem ve gayr-i mahrem Risale-i Nur'un bütün eczaları bilâ-istisna hükümetin eline geçti. Üç ay tedkikten sonra umumu sahiblerine iade edildi.
Birkaç sene sonra, Denizli ve Ankara mahkemelerinde bütün risaleler iki sene kaldı. Tamamen bize iade edildi. Madem hakikat budur: Beni ve Risale-i Nur'un şakirdlerini ittiham eden ve o gibi kanun namına kanunsuz ve garazla ve hissiyatla bizi muaheze edenler, elbette bizden evvel, hem Eskişehir Mahkemesini, hem Kastamonu hükûmetini ve zabıtasını, hem Isparta Adliyesini, hem Denizli Mahkemesini, hem Ankara'nın Ağır Ceza Mahkemesini ittiham edip, onları -varsa- suçumuza tam teşrik ediyorlar. Çünkü: Bir suçumuz olsa idi, bu üç-dört hükümet yakınında çok zaman tecessüsiyle görmedi veya aldırmadı ve iki mahkeme de, iki sene inceden inceye bakıp bilmedi veya aldırmadı; bizden ziyade onlar suçlu olurlar. Halbuki; bizde dünyaya karışmak arzusu bulunsaydı, böyle sinek vızıltısı gibi değil, top güllesi gibi ses ve patlak verecekti.
Hem verdiği haberler doğrudur. Hem ehl-i siyaset ve dünya ile mübareze etmiyor, yalnız ihbar eder. Hem şahısları tayin etmiyor. Külli bir surette, bir hakikat-ı hadisiyeyi beyan eder. Fakat gizli ellerde gezdiği için bir-iki hâşiye bilmediğimiz bazı zatlar tarafından ilave edilerek, o külli hakikatı bu asırdaki dehşetli bir şahsa tam tatbik etmişler. Onun için bu senelerde yeni te'lif edilmiş zanniyle itiraz ettiler. Hem o risalenin aslı, Dârül-Hikmet'ten daha eskidir. Yalnız bir zaman sonra, tanzim edildi. Risale-i Nur'a girdi. Şöyle ki: Bundan kırk sene evvel ve hürriyetden bir sene evvel İstanbul'a geldim. O zaman Japonya'nın başkumandanı, İslâm ulemâsından dinî bazı sualler sormuştu. Onları İstanbul hocaları benden sordular. Hem çok şeyleri o münasebetle sual ettiler.
Ezcümle, bir hadiste : "Ahirzamanda dehşetli bir şahıs sabah kalkar, alnında "Hâzâ Kafirun" yazılmış bulunur" diye hadis var deyip benden sordular. Dedim: Bir acib şahıs bu milletin başına geçer ve sabah kalkar başına şapka giyer ve giydirir. Bu cevaptan sonra bunu sordular : Acaba o zaman onu giyen kâfir olmaz mı? Dedim : Şapka başa gelecek, secdeye gitme diyecek. Fakat baştaki iman o şapkayı da secdeye getirecek, inşaallah Müslüman edecek. Sonra dediler "Aynı şahıs bir su içecek onun eli delinecek ve bu hadise ile "Süfyan" olduğu bilinecek?" Ben de cevaben dedim: Bir darb-ı mesel var. Çok israflı adama eli deliktir denilir. Yani elinde mal durmuyor, akıyor, zâyi oluyor, deniliyor. İşte o dehşetli adam bir su olan rakıya mübtela olup, onun ile hasta olacak ve kendisi hadsiz israfata girecek, başkalarını da alıştıracak. Sonra birisi sordu ki: "O öldüğü zaman İstanbul'da dikilitaşta şeytan dünyaya bağıracak ki; filân öldü." O vakit ben dedim : Telgrafla haber verilecek, fakat bir zaman sonra, radyo çıkmış işittim. Eski cevabım tam değilmiş bildim. On sene sonra Dârü'l-Hikmet'te iken dedim : Şeytan gibi radyo ile dünyaya işittirecek. Sonra sedd-i Zülkarneyn ve ye'cüc ve me'cüc ve dabbetü'l-arz ve deccal ve nüzul-u İsa (A.S.) hakkında sualler sormuşlardı. Ben de cevap vermiştim. Hatta eski risalelerimde onlar kısmen yazılmışlar. Bir zaman sonra Mustafa Kemal iki def'a şifre ile Van vilayetinin eski valisi ve benim dostum Tahsin Bey'in vasıtasiyle beni Ankara'ya -neşredilen Hutuvat-ı Sitte'ye mükafaten- taltif için celb etti, gittim. Şeyh Sunûsi, Kürdçe lisanı bilmediğinden beni Onun yerine üçyüz lira maaşla vilâyat-ı Şarkiye vaiz-i umumisi hem meb'us, hem Diyanet Riyaseti dairesinde Dârü'l-Hikmet âzalariyle beraber, eski vazifem ile memnun etmek ve benim Van'da temelini attığım Medresetü'z-Zehra ve şark dârü'l-fünunuma Sultan Reşad'ın verdiği, ondokuz bin altın lirayı yüzelli bin banknota iblağ ederek -ikiyüz meb'us içinde yüzaltmışüç meb'usun imzasiyle- kabul edildiği halde; ben, Beşinci Şua aslının verdiği haberin bir kısmını orada O adamda gördüm. Mecburiyetle o çok ehemmiyetli vazifeleri bırakdım. Ve bu adamla başa çıkılmaz, mukabele edilmez diye, dünyayı ve siyaseti ve hayat-ı içtimaiyeyi terk edip yalnız imanı kurtarmak yolunda vaktimi sarf ettim. Fakat bazı zalim ve insafsız memurlar, bana dünyaya bakacak iki-üç risaleyi yazdırdılar. Sonra bazı zatlar, Ahirzaman hâdisatını haber veren müteşabih hadisleri sual etmek münasebetiyle o eski risalenin aslını tanzim ettim. Risale-i Nur'un Beşinci Şua'ı namını aldı. Risale-i Nur'un numaraları, te'lif tertibiyle değil.. meselâ, Otuzüçüncü Mektub, Birinci Mektub'dan daha evvel te'lif edilmiş ve bu Beşinci Şua'nın aslı ve Risale-i Nur'un bir kısım eczaları, Risale-i Nur'dan evvel te'lif edilmiş. Her ne ise.. bu makamda bir müdde-i umuminin, Mustafa Kemal'e dostluğu taassubiyle, kanunsuz ve lüzumsuz ve yanlış itiraz ve sualleri beni bu sadet harici izahatı vermeğe mecbur eyledi. Ben onun, adliye kanunu namına tamamen şahsi ve kanunsuz bir sözünü misal olarak beyan ediyorum.
Dedi : "Beşinci Şua'da, sen hiç kalben nedamet etmedin mi ki; Onu, rakıdan ve şarabdan su tulumbası gibi tabirlerle tezyif etmişsin?" Ben onun, bütün bütün mânasız ve yanlış, o dostluk taassubuna mukabil derim: Kahraman ordunun zaferi ve şerefi ona verilmez, yalnız onun bir hissesi olabilir. Nasılki ordunun bütün ganimeti, malları, erzakları bir kumandana verilse zulümdür, dehşetli bir haksızlıktır. Evet nasıl o insafsız, o çok kusurlu adamı sevmemekle beni ittiham etti, adeta vatan haini yaptı. Ben de, onu orduyu sevmemekle ittiham ediyorum. Çünkü bütün şerefi ve mânevi ganimeti, o dostuna verip, orduyu şerefsiz bırakıyor. Hakikat ise, müsbet şeyler, haseneler, iyilikler cemaate, orduya tevzi edilir ve menfiler ve tahribat ve kusurlar başşa verilir. Çünkü : Bir şey'in vücudu, bütün şeraitin ve erkanının vücudu ile olur ki: Kumandan yalnız bir şarttır. Ve o şey (in ademi ve bozulması ise, bir şartın ademi ile ve bir rüknün bozulması ile mahvolur, bozulur. O fenalık başa ve reise verilebilir. İyilikler ve haseneler, ekseriyetle müsbet ve vücudidir. Başlar sahib çıkamazlar. Fenalıklar ve kusurlar, ademidir ve tahribdir. Reisler mes'ul olurlar. Hak ve hakikat böyle iken, nasıl ki, bir aşiret fütuhat yapsa, "Aferin Hasan Ağa" mağlub olsa, aşirete "tuh" diye, aşiret tezyif edilse, bütün bütün hakikatın aksine hükmedilir. Aynen öyle de ; beni ittiham eden o müddei bütün bütün hak ve hakikatın aksine bir hatasiyle, güya adliye namına hükmetti. Aynen bunu hatası gibi; Eski harb-i umumiden biraz evvel, ben Van'da iken, bazı dindar ve müttaki zatlar yanıma geldiler. dediler ki : Bazı kumandanlarda dinsizlik oluyor, gel bize iştirak et. Biz bu reislere isyan edeceğiz. Ben de dedim : O fenalıklar ve o dinsizlikler, o gibi kumandanlara mahsustur. Ordu onun ile mes'ul olmaz. Bu Osmanlı Ordusunda belki, yüzbin evliya var. Ben bu orduya karşı kılınç çekmem. Ve size iştirak etmem. O zatlar benden ayrıldılar, kılınç çektiler, neticesiz Bitlis Hadisesi vücuda geldi. Az zaman sonra, harb-i umumi patladı. O ordu, din namına iştirak etti, cihada girdi, o ordudan yüzbin şehidler evliya mertebesine çıkıp beni o davamda tasdik edip kanlariyle velayet fermanlarını imzaladılar. Her ne ise.. biraz uzun söylemeye mecbur oldum.
Çünki: Hiçbir hissiyatla ve harici te'siratla müteessir olmamak mahiyetinin kat'i bir hassası bulunan adâlet hakikatı namına, cüz'i ve hata hissiyat ve tarafgirlik ile bize ve Risale-i Nur'a karşı müzeyyifane hareket eden bir müdde-i umuminin acib vaziyeti beni bu uzun ifadeye sevketti. Dördüncü Esas : Eskişehir mahkemesi, yüzer risaleleri ve mektubları dört ay tedkikten sonra yalnız yüzyirmi adamdan, onbeş adama altışar ay ceza ve bana da, yüz risaleden yalnız bir-iki risalede onbeş kelime ile bir sene ceza verebildi. Tarikatçılık ve cemiyetçilik ve şapka mes'elelerinde beraet ettirdiler. Biz dahi o cezayı çektik. Ondan sonra Kastamonu'da çok def'a taharrilerde hiçbir ilişiğimi bulmadılar. Ve kaç sene evvel Isparta'da mahrem ve gayr-i mahrem Risale-i Nur'un bütün eczaları bilâ-istisna hükümetin eline geçti. Üç ay tedkikten sonra umumu sahiblerine iade edildi.
Birkaç sene sonra, Denizli ve Ankara mahkemelerinde bütün risaleler iki sene kaldı. Tamamen bize iade edildi. Madem hakikat budur: Beni ve Risale-i Nur'un şakirdlerini ittiham eden ve o gibi kanun namına kanunsuz ve garazla ve hissiyatla bizi muaheze edenler, elbette bizden evvel, hem Eskişehir Mahkemesini, hem Kastamonu hükûmetini ve zabıtasını, hem Isparta Adliyesini, hem Denizli Mahkemesini, hem Ankara'nın Ağır Ceza Mahkemesini ittiham edip, onları -varsa- suçumuza tam teşrik ediyorlar. Çünkü: Bir suçumuz olsa idi, bu üç-dört hükümet yakınında çok zaman tecessüsiyle görmedi veya aldırmadı ve iki mahkeme de, iki sene inceden inceye bakıp bilmedi veya aldırmadı; bizden ziyade onlar suçlu olurlar. Halbuki; bizde dünyaya karışmak arzusu bulunsaydı, böyle sinek vızıltısı gibi değil, top güllesi gibi ses ve patlak verecekti.
Ses Yok