Tiryak | Tiryak | 12
(1-30)

Aziz sıddık kardeşlerim!: Nasılki bir çam ağacının buğday tanesi kadar bir çekirdeği, koca çam ağacına bir mebde' oluyor. Kudret-i ilâhî, o acib ağacı o çekirdekten halk ediyor. Milyondan ancak bir hisse o çekirdekte bulunurken; o çekirdek, kader kalemiyle yazılan manevî bir fihriste olmuş. Yoksa, bir köy kadar fabrikalar lazımdır ki; o acip ağaç dal ve budaklariyle teşkil edilebilsin.
İşte azamet ve Kudret-i İlâhiyenin bir delili de budur ki: Bir zerreden, dağ gibi şeyleri halk eder.
İşte aynen bunun gibi: hiç bir mahviyet ve tevazu niyetiyle olmayarak bütün kanaatimle ilân ediyorum ki: Benim hizmetim ve sergüzeşte-i hayatım, bir nevi çekirdek hükmüne geçmiş. İnayet-i İlâhiye ile, bu zamanda ehemmiyetli bir hizmet-i imaniyeye mebde' olmak için Kur'andan gelen ve meyvedar bir şecere-i âliye olan Nur Risalelerini ihsan etmiş. Ben bunu kasemle te'min ediyorum ki: Bütün hayatımda geçmiş bir kısım harikalardan dolayı ben kendimde kat'iyyen bir kabiliyet ve bir meziyet ve o fevkalâdeliklere bir liyakat görmüyordum. çok hayret içinde kalıyordum. Değil fevkalâde bir deha veyahut bir velayet, belki kendi kendimi idare edecek bir hayat-ı içtimaiye ile münasebettar olacak bir kabiliyet görmüyordum. Gerçi eski zamanda muannitlere karşı zâhiren hodfuruşluk gibi bazı hâlât hayatımda görünmüştü. O da ihtiyarım haricinde düşmanlara mukabele ettiğim zaman halkların hüsn-ü zanını tekzib etmemek için idi. Ve bir nevi hodfudruşluk gibi oluyordu. Fakat hakikatte halkların hüsn-ü zannı gibi, olmadığımı ve dünyaya yaramadığım halde, böyle bin derece haddimden fazla bir teveccühe mazhar olduğumu;
bütün bütün hilâf-ı hakikat telâkki ediyordum.
Fakat Cenab-ı Hakka yüzbin şükür olsun ki, yetmiş-seksen senelik hayatımın sonlarında onun hikmetini ihsan-ı İlâhî ile bir derece bildik. Ve kısaca bir kısmına işaret edeceğim. Ve çok nümunelerinden bir kısım nümunelerini beyan ediyorum.
Birinci Nümune: Medrese usûlünce hiç olmazsa onbeş sene tahsil-i ilim lâzım geliyor ki, hakaik-i diniye ve ulûm-u İslâmiye tam elde edilsin. O zamanda Said 'de değil harika bir zekâ veya bir mânevî kuvvet; belki bütün istidat ve kabiliyetinin haricinde bir tarz-ı acib ile, bir-iki sene "Sarf ve Nahiv" mebadisini gördükten sonra üç ayda, gayet acib bir tarzda, kırk-elli kitabı gûya okumuş ve icazet almış gibi bir halet göründü.
Bu hal, altmış sene sonra doğrudan doğruya gösterdi ki; o vaziyet, ulûmu imaniyeyi üç-dört ay gibi gayet
kısa bir zamanda; ellere verebilecek bir tefsir-i Kur'anî çıkacak. Ve o biçare Said de onun hizmetinde bulunacak işaretiyle; hem bir zaman gelecek ki: Değil onbeş senede; belki bir senede bile ulûm-u imaniyeyi ders alacak medreseler ele geçmiyecek ve azalacak bir zamana bir nevi işaret-i gaybiyye gibi mânalar hatıra geliyor.
İkinci Nümune: O eski zamanda Sâid'in o çocukluk zamanında büyük âlimlerle nünazarası; ve o âlimlerin suallerine cevap vermesi , hatta sual etmeden âlimlerin en müşkil suallerine doğru cevap vermesi, kat'iyyen itiraf ediyorum ve itikad ediyorum ki; O haller benim ne hârika zekâvetimden ve ne de acib istidadımdan neş'et etmiş değildir. Ben biçare, müptedi,sersem gürültücü bir çocuk iken; değil hiç böyle, büyük âlimlere cevap vermek; belki küçük hocalara, hatta küçük talebelere de mağlûb olur bir halde iken; doğru cevap vermekliğim, kat'iyyen istidadımdan ve
zekâvetimden gelmemiş
olduğuna kanaat-ı kat'iyem var. Yetmiş senedir de bu halime hayret ediyordum. Şimdi, ihsan-ı İlâhî ile bir hikmetini anladım ki: Çekirdek gibi, medrese ilimlerine bir ağaç ihsan edilecek . Ve o ağacın hizmetinde bulunana karşı pek çok rakipler ve muarızlar bulunacak.
İşte o zamanda o çocuk Said'in ulemanın suallerine karşı doğru olarak cevap vermesi, muarızların cesaretini kırmış ki; hiçbir yerde, kıskanç muallimlerden ve hocalardan, hem meşrepce Saide muhalif oldukları halde; hiç birisi Nur Risalelerine karşı muarız ve mukabil çıkmamaları, bu hâlin bir hikmeti olduğuna kanaatim gelmiş.
Üçüncü Nümune: Eski Said'in çocukluk zamanından beri hem kendisi, hem babası fakir oldukları halde; başkalarının sadaka ve hediyelerini almadığının ve alamadığının ve şidetli muhtaç olduğu halde hediyeleri mukabelesiz kabul etmediğinin ve zekâtı dahi bilerek almadığının bir hikmeti şimdi kat'î kanaatımla şudur ki: Âhir ömrümde RİSALE-İ NUR, gibi sırf îmanî ve uhrevi bir hizmet-i kudsiyeyi dünyaya alet etmemek ve menafi-i şahsiyeye vesile yapmamak için, o makbul âdete ve o zararsız seciyeye karşı, bana bir nefret ve bir kaçınmak ve şiddet-i fakr ve zarureti kabul edip; elini insanlara açmamak haleti verilmiş idi ki; RİSALE-İ NURUN hakikî bir kuvveti olan hakikî ihlâs kırılmasın. Ve bunda bir işaret-i mâneviye hissediyorum ki; oda gelecek zamanda maişet derdiyle ehl-i ilmin mağlubiyeti bu ihtiyaçtan gelecektir.
Ses Yok