Tiryak | Tiryak | 22
(1-30)
ÜÇÜNCÜ İŞARET : Muğalatalı dîvânecesine bir sual...
Bir kısım ehl-i hüküm diyorlar ki : Madem sen bu memlekette duruyorsun: şu memleketin cumhurî kanunlarına inkıyad etmek lâzım gelirken sen neden inziva perdesi altında kendini o kanunlardan kurtarıyorsun.
Ezcümle: şimdiki hükûmetin kanununda vazife haricinde bir meziyeti,bir fazileti kendine takıp, onunla bir kısım millete tahakküm edip nüfuzunu icra etmek, müsavat esasına istinad eden cumhuriyetin bir düsturuna münâfidir. Sen neden vazifesiz olduğun halde elini öptürüyorsun? Halk beni dinlesin diye hodfuruşane bir vaziyet takınıyorsun?
Elcevab: Kanunu tatbik edenler, evvelâ kendilerine tatbik ettikten sonra başkasına tatbik edebilirler. Siz kendinize tatbik etmediğiniz bir düsturu başkasına tatbik etmekle, herkesten evvel siz düsturunuzu, kanununuzu kırıyorsunuz ve karşı geliyorsunuz. Çünkü bu musavat-ı mutlaka kanununun bana tatbikini istiyorsunuz. Ben de derim:
Ne vakit bir nefer, bir müşîrin makam-ı içtimaîsine çıkarsa ve milletin o müşîre karşı gösterdiği hürmet ve teveccühe iştirak ederse... ve onun gibi, o teveccühe ve hürmete mazhar olursa ve yahut o müşîr, o nefer gibi âdîleşirse ve o neferin sönük vaziyetini alırsa... ve o müşîrin vazife haricinde hiçbir ehemmiyeti kalmazsa.. hem eğer, en zeki ve bir ordunun muzafferiyetine sebebiyet veren bir erkân-ı harb reisi, en aptal bir neferle teveccüh-ü âmmede ve hürmet ve muhabette müsavata girerse; o vakit sizin bu müsavat kanununuz hükmünce bana şöyle diyebilirsiniz: "Kendine hoca deme! Hürmeti kabul etme! Faziletini inkâr et! Hizmetçine hizmet et! dilencilere arkadaş ol" Eğer deseniz: Bu hürmet ve makam ve teveccüh vazife başında olduğu vakte mahsustur ve vazifedarlara hasdır. Sen vazifesiz bir adamsın; vazifedarlar gibi milletin hürmetini kabul edemezsin!
Elcevap: Eğer insan yalnız bir cesedden ibaret olsa... ve insan dünyada lâyemûtâne daimî kalsa... ve kabir kapısı kapansa.... ve ölüm öldürülse... o vakit vazifeler yalnız askerlik ve idare me'murlarına mahsus kalırsa; sözünüzde dahi bir mânâ olurdu. Fakat madem insan yalnız cesedden ibaret değil... cesedi beslemek için; kalb, dil, akıl dimağ koparılıp o cesede yedirilmez. Onlar imha edilmez. Onlar da idare ister.
Ve madem kabir kapısı kapanmıyor ve madem kabrin öbür tarafındaki endişe-i istikbal her ferdin en mühim mes'elesidir. Elbette milletin itaat ve hürmetine istinad eden vazifeler, yalnız milletin hayat-ı dünyeviyesine ait içtimâî ve siyasî ve askerî vazifelere mahsus değildir.
Evet, yolculara seyahat için vesika vermek, bir vazife olduğu gibi; ebed tarafına giden yolculara da hem vesika, hem o zulümatlı yolda nur vermek öyle bir vazifedir ki, hiçbir vazife o vazife kadar ehemmiyetli değildir. Böyle bir vazifenin inkârı, ölümün inkâriyle ve hergün a Û¤à ì¤ p¢ y Õ£¥ dâvâsını cenazelerinin mührüyle imza edip tasdik eden, otuzbin şâhidin şehadetini tekzib ve inkâr etmekle olur.
Madem mânevi hâcât-ı zaruriyeye istinad eden mânevî vazifeler var. Ve o vazifelerin en mühimmi, ebed yolunda seyahat için pasaport varakası; ve berzah zulümatında kalbin ceb feneri; ve saadet-i ebediyenin anahtarı olan îmandır ve îmanın ders ve takviyesidir.
Elbette o vazifeyi gören ehl-i mârifet, herhalde küfrân-ı nimet suretinde kendine edilen nîmet-i İlâhiyyeyi ve fazilet-i imaniyeyi hiçe sayıp sefihler ve fasıkların vaziyetine sukut etmiyecektir. Kendini aşağıların bid'alariyle ve sefahetleriyle bulaştırmıyacaktır!
... İşte beğenmediğiniz ve müsavatsızlık zannettiğiniz inziva bunun içindir.
İşte bu hakikatla beraber, beni işkence ile tâciz eden ve sizin gibi enaniyette ve bu kanun-u müsavatı kırmakta fir'avunluk derecesinde ileri giden mütekebbirlere karşı demiyorum.
Çünkü mütekebbirlere karşı tevazu, tezellül zanedildiğinden tevazu etmemek gerektir. Belki ehl-i insaf ve mütevâzi ve âdil kısmına derim ki:
Ben FELİLLÂHİL HAMD kendi kusurumu, aczimi biliyorum. Değil müslümanlar üstünde mütekebbirane bir makam-ı ihtiram istemek, belki her vakit nihayetsiz kusurlarımı, hiçliğimi görüp istiğfar ile teselli bulup halklardan ihtiram değil, dua istiyorum.
Hem zannederim benim bu mesleğimi, benim bütün arkadaşlarım biliyorlar. Yalnız bu kadar var ki: Kur'an-ı Hakîmin hizmeti esnasında ve hakaik-ı îmaniyenin dersi vaktinde, o hakaik hesabına ve Kur'an şerefine o makamın iktiza ettiği izzet ve vakar-ı ilmiyeyi ders vaktinde muhafaza edip, başımı ehl-i dalâlete eğmemek için, o izzetli vaziyeti muvakkaten takınıyorum. Zannederim, ehl-i dünyanın kanunlarının haddi yoktur ki bu noktalara karşı çıkabilsin!
Cây- Hayret Bir Tarz-ı Muamele : Malûmdur ki; heryerde ehl-i maarif, mârifet ve ilim noktasında muhakeme eder. Nerede ve kimde mârifet ve ilmi görse, meslek itibariyle ona karşı bir dostluk ve bir hürmet besler. Hatta düşman bir hükûmetin bir profesörü bu memlekete gelse, ehl-i maârif, onun ilim ve mârifetine hürmeten onu ziyaret ederler ve ona hürmet ederler.
Halbuki İngilizin en yüksek meclis-i ilmiyesinin, Meşihat-i İslâmiyeden sorduğu altı sualin cevabını, altıyüz kelime ile Meşihat-ı İslâmiyeden istedikleri zaman, bura maârifinin hürmetsizliğine uğrayan bir ehl-i mârifet, o altı suâle altı kelime ile mazhar-ı takdir olmuş bir cevab veren ve ecnebilerin en mühim ve hükemaların en esaslı düsturlarına hakiki ilim ve mârifetle muaraza edip galebe çalan... ve Kur'andan aldığı kuvvet-i ma'rifete ve ilme istinaden, Avrupa feylesoflarına meydan okuyan ve hürriyetten altı ay evvel İstanbul'da, hem ulemâyı ve hem de mekteblileri münazaraya davet edip, kendisi hiç sual sormadan suallerine noksansız olarak doğru cevab veren... (Hâşiye) ve bütün hayatını bu milletin saadetine hasreden ve yüzer risale, o milletin Türkçe olan lisaniyle neşredip, o milleti tenvir eden... hem vatandaş, hem dindaş, hem dost, hem kardeş bir ehl-i mârifete karşı, en ziyade sıkıntı veren ve hakkında adâvet besliyen ve belki hürmetsizlik eden, bir kısım maârif dairesine mensup olanlarla, az bir kısım resmî hocalardır.
İşte gel bu hale ne diyeceksin? Medeniyet midir? Maârifperverlik midir? Vatanperverlik midir? Milliyetperverlik midir? Cumhuriyetperverlik midir? Hâşâ! Hâşâ ! Hiç birşey değil. Belki bir kader-i İlâhîdir ki, o kader-i İlâhî, o ehl-i mârifet adamın, dostluk ümid ettiği yerden adavet gösterdi ki, hürmet yüzünden ilmî riyaya girmesin ve ihlâsı kazansın..
____________________
(Hâşiye): Yeni Said diyor ki: Şu makamda Eski Said'in iftiharkârane söylediği şu sözlere ben iştirak etmiyorum. Bu risalede sözü ona verdiğim için susturamıyorum. Enaniyetlilere karşı bir parça enaniyetini göstersin diye sükût ediyorum.
Ses Yok