Burada bir günde ve bir senede yapılan işler, âhirette bir anda ve bir lemhada inşasına işâreten Kur’ân-ı Mu’ciz-ül Beyân
ferman eder. Eğer haşrin gelmesini, gelecek baharın gelmesi gibi kat’i bir sûrette anlamak istersen; haşre dâir Onuncu Söz ile Yirmi Dokuzuncu Söz’e dikkat ile bak, gör. Eğer baharın gelmesi gibi inanmaz isen, gel parmağını gözüme sok!..
AMMA BİR DÖRDÜNCÜ MES’ELE olan mevt-i dünya ve kıyamet kopması ise: Bir anda bir seyyare veya bir kuyruklu yıldızın emr-i Rabbânî ile küremize, misafirhânemize çarpması; bu hânemizi harab edebilir: On senede yapılan bir saray, bir dakikada harab olması gibi...
Bu haşrin dört mes’elesinin icmali şimdilik yeter. Yine sadedimize dönüyoruz.
Hem hiç mümkün müdür ki, kâinatın bütün hakîki ve âlî hakîkatlarının beliğ tercümanı ve Hâlık-ı Kâinat’ın bütün kemâlâtının mu’ciz lîsanı ve bütün maksadlarının hârika mecmuası olan Kur’ân-ı Mu’ciz-ül Beyân o Hâlık’ın kelâmı olmasın? Hâşâ, âyâtının esrarı adedince hâşâ!..
Hem hiç mümkün müdür ki: Bir Sâni’-i Hakîm, bütün zîhayat, zîşuur masnu’larını birbiriyle konuştursun ve dillerinin binler çeşitleriyle birbiriyle söyleştirsin ve onların sözlerini ve seslerini bilsin ve işitsin ve ef’âliyle ve in’amiyle zâhir bir sûrette cevab versin, fakat kendisi konuşmasın ve konuşamasın? Hiç kabil midir ve hiç ihtimali var mı?..
Mâdem bilbedahe konuşur ve mâdem konuşmasına karşı tam anlayışlı muhatab en başta insandır. Elbette başta Kur’ân olarak meşhur kütüb-ü mukaddese onun konuşmalarıdır.
Hem hiç mümkün müdür ki: Bir Sâni’-i Hakîm, kendini tanıttırmak ve sevdirmek ve medh ü senasını ettirmek ve enva’-ı ihsanâtiyle zîhayatları mesrur ve memnun etmekle minnetdarlıklarını ve şükürlerini rubûbiyetine mühim bir medâr yapmak için koca kâinatı, envaiyle, erkâniyle, zîhayata musahhar bir hizmetkâr, bir mesken, bir meşher, bir ziyafetgâh yaptıktan sonra,