Ve o çok derin ve kuvvetli aşk-ı bekâ, bizzât ve sebebsiz, fıtraten sevilen ve perestiş edilen kemâl-i mutlak bir isminin gölgesi vasıtasiyle mahiyetimde hükmedip o aşk-ı bekâyı vermiş ve muhabbet için hiçbir illet ve hiçbir garazı ve zâtından başka hiçbir sebeb iktiza etmeyen kemâl-i zâtı perestişe kâfi ve vâfi iken, sâbıkan beyân ettiğimiz ve her birisine bir hayat ve bir bekâ değil, belki elden gelse binler hayat-ı dünyevîye ve bekâ fedâ edilmeğe lâyık olan mezkûr bâkî meyveleri dahi ihsan etmekle, o fıtrî aşkı şiddetlendirmiş hissettim. Elimden gelse idi bütün zerrat-ı vücûdumla
diyecektim ve o niyetle dedim. Ve bekâsını arayan ve bekâ-yı İlâhîyi bulan o şuur-u îmanî -ki bir kısım meyvelerine sâbıkan “Hem... Hem... Hem...”ler ile işâret ettim- bana öyle bir zevk ve şevk verdi ki; bütün ruhumla, bütün kuvvetimle, en derin kalbimde nefsimle beraber
dedim.
İKİNCİ MERTEBE-İ NÛRİYE-İ HASBİYE: Fıtratımdaki hadsiz aczimle beraber, ihtiyarlık ve gurbet ve kimsesizlik ve tecridim içinde; ehl-i dünya desiseleriyle, casuslariyle bana hücum ettikleri hengâmda kalbimde dedim: “Elleri bağlı, zaîf ve hasta bir tek adama ordular taarruz ediyor. O biçârenin (yâni benim için) bir nokta-i istinâd yok mu?” diye¬
âyetine mürâcaat ettim. Bana bildirdi ki; intisâb-ı îmanî tezkeresiyle, Kadîr-i Mutlak öyle bir sultana istinâd edersin ki; zemin yüzünde her baharda dört yüz bin milletten mürekkeb nebâtât ve hayvanât ordularının bütün cihâzâtlarını kemâl-i intizam ile vermekle beraber, her sene eşcar ve tuyur denilen o iki muazzam ordusunun elbiselerini tazelendirerek yeni libaslar giydirir, urbalarını ve formalarını değiştirir ve tavuğun ve kuşun fistanlarını ve çarşaflarını tazelendirdiği gibi, dağın libasını ve sahranın yüz örtüsünü değiştirir. Ve başta insan olarak, hayvanâtın muazzam ordusunun bütün erzaklarını, değil medenî insanların son zamanda keşfettikleri et ve şeker ve sâir taamların hülâsaları gibi,