Birincisi: Bundan oniki sene evvel işittim ki, en dehşetli ve muannid bir zındık Kur’âna karşı sû’-i kasdını tercümesiyle yapmağa başlamış ve demiş ki: “Kur’ân tercüme edilsin, tâ ne mal olduğu bilinsin.” Yâni, lüzumsuz tekraratı herkes görsün ve tercümesi O’nun yerinde okunsun diye dehşetli bir plân çevirmiş. Fakat, Risâle-i Nur’un cerhedilmez hüccetleri kat’i isbat etmiş ki: Kur’ânın hakîki tercümesi kabil değil ve lîsan-ı nahvî olan lîsan-ı Arabî yerinde Kur’ân’ın meziyetlerini ve nüktelerini başka lîsan muhafaza edemez. Ve her bir harfi, on adedden bine kadar sevab veren kelimat-ı Kur’âniyenin mu’cizane ve cem’iyetli ta’birlerinin yerini, beşerin âdi ve cüz’î tercümeleri tutamaz, O’nun yerinde câmilerde okunmaz diye Risâle-i Nur her tarafta intişariyle o dehşetli plânı akîm bıraktı. Fakat, o zındıktan ders alan münafıklar, yine şeytan hesabına Kur’ân Güneşini üflemekle söndürmeğe ahmak çocuklar gibi ahmakane ve divânecesine çalışmaları sebebiyle bana gâyet sıkı ve sıkıcı ve sıkıntılı bir hâlette bu Onuncu Mes’ele yazdırıldı tahmin ediyorum. Başkalar ile görüşemediğim için hakîkat-ı hâli bilmiyorum.
Hâtimeden İkinci Hâşiye: Denizli hapsinden tahliyemizden sonra meşhur Şehir Oteli’nin yüksek katında oturmuştum. Karşımda güzel bahçelerde kesretli kavak ağaçları birer halka-i zikir tarzında gâyet lâtif tatlı bir sûrette hem kendileri, hem dalları, hem yaprakları, havanın dokunmasiyle cezbedârâne ve cazibekârâne hareketle raksları, kardeşlerimin müfarakatlarından ve yalnız kaldığımdan hüzünlü ve gamlı kalbime ilişti.