O cemâat-ı müslimînin, bir adamın sesiyle kalkar, eğilir, secde ederek, oturduklarını müşahede eder. Ma’nevî ve semâvî kanunların mecmuundan ibaret olan şerîatı ve şerîat sâhibinin emirlerinden gelen ma’nevî düstûrlarını anlamadığından, o cemâatın maddî iplerle bağlandığını ve o acib ipler onları esir edip oynattığını tahayyül ederek, en vahşi insan sûretindeki canavar hayvanları dahi güldürecek derecede maskaralı bir fikirle çıkar, gider.
İşte aynı bu misâl gibi: Sultân-ı Ezel ve Ebed’in hadsiz cünûdunun muhteşem bir kışlası olan şu âleme, ve o Ma’bûd-u Ezelî’nin muntazam bir mescidi olan şu kâinata, mahz-ı vahşet olan, inkârlı fikr-i tabiatı taşıyan bir münkir giriyor. O Sultân-ı Ezelî’nin hikmetinden gelen nizamat-ı kâinatın ma’nevî kanunlarını, birer maddî madde tasavvur ederek ve saltanat-ı Rubûbiyetin kavânin-i i’tibâriyesi ve o Ma’bûd-u Ezelî’nin şerîat-ı fıtriye-i kübrâsının, ma’nevî ve yalnız vücûd-u ilmîsi bulunan ahkâmlarını ve düstûrlarını, birer mevcûd-u hâricî ve maddî birer madde tahayyül ederek, kudret-i İlâhîyenin yerine, o ilim ve kelâmdan gelen ve yalnız vücûd-u ilmîsi bulunan o kanunları ikame etmek ve ellerine îcad vermek, sonra da onlara “tabiat” nâmını takmak ve yalnız bir cilve-i kudret-i Rabbânîye olan kuvveti, bir zîkudret ve müstakil bir kadîr telâkki etmek; misâldeki vahşiden bin def’a aşağı bir vahşettir!..
Elhâsıl: Tabiiyyunların, mevhum ve hakîkatsız, tabiat dedikleri şey, olsa olsa ve hakîkat-ı hâriciye sâhibi ise; ancak bir san’at olabilir. Sâni’ olamaz. Bir nakıştır, Nakkaş olamaz. Ahkâmdır, hâkim olamaz. Bir şerîat-ı fıtriyedir, Şâri’ olamaz. Mahlûk bir perde-i izzettir. Hâlık olamaz. Münfail bir fıtrattır, Fâtır bir fâil olamaz. Kanundur, kudret değildir; kâdir olamaz. Mistardır, masdar olamaz.