ve hareket eden cirimlerin ona derece-i itâat ve müsahhariyetlerini gösterdikleri gibi, koca semavât, o dehşetli azametiyle hadsiz yıldızlariyle ve o yıldızlar da dehşetli büyüklükleriyle ve gâyet şiddetli hareketleriyle beraber, zerre miktar ve bir saniyecik kadar hududlarından tecavüz etmemeleri, bir âşire-i dakika kadar vazifelerinden geri kalmamaları, Sâni-i Zülcelâllerinin ne kadar dakik bir mîzan-ı mahsus ile Rubûbiyyetini icra ettiğini nazar-ı dikkate gösterirler. Hem de şu âyet gibi Sûre-i Amme’de ve sâir âyetlerde beyân olunan teshir-i şems ve kamer ve nücumla işâret ettiği gibi:
Yâni: Semânın müzeyyen tavanına, Güneş gibi ışık verici, ısındırıcı bir lâmbayı takmak, gece gündüz hatlariyle, kış-yaz sahifelerinde mektûbât-ı Samedâniyeyi yazmasına bir nur hokkası hükmüne getirmek; ve yüksek minare ve kulelerdeki büyük saatların parlayan akrebleri misillû, kubbe-i semâda kameri, zamanın saat-ı kübrâsına bir akreb yapmak; mütefâvit çok hilâller sûretinde her geceye güya ayrı bir hilâl bırakıp, sonra dönüp kendine toplamak, menzillerinde kemâl-i mîzanla, dakik hesabla hareket ettirmek ve kubbe-i semâda parlayan, tebessüm eden yıldızlarla, göğün güzel yüzünü yaldızlamak, elbette nihayetsiz bir saltanat-ı Rubûbiyyetin şeâiridir. Zîşuura, onu iş’ar eden muhteşem bir Ulûhiyetin işârâtıdır. Ehl-i fikri, îmana ve tevhide dâvet eder.
Bak kitab-ı kâinatın safha-i rengînine
Hâme-i zerrîn-i kudret, gör ne tasvir eylemiş.
Kalmamış bir nokta-i muzlim, çeşm-i dil erbabına
Sanki âyâtın Hûda, nur ile tahrir eylemiş.
Bak, ne mu’ciz-i hikmet, iz’anrubâ-yı kâinat;
Bak, ne âlî bir temâşâdır fezâ-yı kâinat;
Dinle de yıldızları, şu hutbe-i şirinine,
Nâme-i nurîn-i hikmet, bak ne takrir eylemiş.
Hep beraber nutka gelmiş, hak lîsaniyle derler:
Bir Kadîr-i Zülcelâl’in haşmet-i sultanına