Çünkü: Mevcûdâtın kemâlleri, Sâni’a müteveccih yüzlerinde tesbih ve ibâdet ile tezahür eder. İbâdeti terkeden, mevcûdâtın ibâdetini görmez ve göremez, belki de inkâr eder. O vakit ibâdet ve tesbih noktasında yüksek makamda bulunan ve herbiri birer mektub-u Samedanî ve birer âyine-i Esmâ-i Rabbânîyye olan mevcûdâtı; âlî makamlarından tenzil ettiğinden ve ehemmiyetsiz, vazifesiz, câmid, perîşan bir vaziyette telakki ettiğinden, mevcûdâtı tahkir eder; kemâlâtını inkâr ve tecavüz eder.
Evet herkes, kâinatı kendi âyinesiyle görür. Cenâb-ı Hak insanı kâinat için bir mikyas, bir mîzan sûretinde yaratmıştır. Her insan için, bu âlemden husûsi bir âlem vermiş. O âlemin rengini, o insanın i’tikâd-ı kalbîsine göre gösteriyor. Meselâ: Gâyet me’yus ve matemli olarak ağlayan bir insan, mevcûdâtı ağlar ve me’yus sûretinde görür; gâyet sürûrlu ve neş’eli, müjdeli ve kemâl-i neş’esinden gülen bir adam, kâinatı neş’eli, güler gördüğü gibi; mütefekkirane ve ciddî bir sûrette ibâdet ve tesbih eden adam, mevcûdâtın hakîkaten mevcûd ve muhakkak olan ibâdet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür. Gafletle veya inkârla ibâdeti terkeden adam; mevcûdâtı, hakîkat-ı kemâlâtına tamamiyle zıd ve muhâlif ve hata bir sûrette tevehhüm eder ve ma’nen onların hukukuna tecavüz eder.
Hem o târik-üs salât, kendi kendine mâlik olmadığı için, kendi mâlikinin bir abdi olan kendi nefsine zulmeder. Onun mâliki, o abdinin hakkını, onun nefs-i emmâresinden almak için, dehşetli tehdid eder. Hem netice-i hilkatı ve gaye-i fıtratı olan ibâdeti terkettiğinden, hikmet-i İlâhîye ve meşiet-i Rabbânîyyeye karşı bir tecavüz hükmüne geçer. Onun için cezaya çarpılır.
Elhâsıl: İbâdeti terkeden, hem kendi nefsine zulmeder. Nefsi ise, Cenâb-ı Hakk’ın abdi ve memluküdür hem kâinatın hukuk-u kemâlâtına karşı bir tecavüz, bir zulümdür. Evet nasılki küfür, mevcûdâta karşı bir tahkirdir; terk-i ibâdet dahi, kâinatın kemâlâtını bir inkârdır. Hem hikmet-i İlâhîyyeye karşı bir tecavüz olduğundan, dehşetli tehdide, şiddetli cezaya müstehak olur.
İşte bu istihkakı ve mezkûr hakîkatı ifade etmek için, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân mu’cizane bir sûrette o şiddetli tarz-ı ifadeyi ihtiyar ederek, tam tamına hakîkat-ı belâgat olan mutabık-ı muktezâ-yı hale mutabakat ediyor.
İkinci Sual: Tabiattan vazgeçen ve îmana gelen zât diyor ki: