Çünkü onların bir fedaisi der: “Ben ölürsem, milletim sağ olsun. İçinde, bir hayat-ı ma’nevîyem vardır.” Ve bütün sefaletin ve şahsiyetin esası olan: “Ben öldükten sonra, dünya ne olursa olsun, isterse tûfan olsun” veyahut
olan kelime-i humaka ve seciye-i uverâ himmetimizin elini tutmuş, rehberlik ediyor.
İşte en iyi haslet ki, dînimizin muktezasıdır. Biz rûhumuzla, canımızla, vicdanımızla, fikrimizle ve bütün kuvvetimizle demeliyiz ki: “Biz ölsek, Milletimiz olan İslâmiyet haydır, ilelebed bâkidir. Milletim sağ olsun, sevâb-ı uhrevî bana kâfidir. Milletin hayatındaki hayat-ı ma’nevîyem, beni yaşattırır, âlem-i ulvîde beni mütelezziz eder.
deyip, Nûrun ve hâmiyetin nurlu rehberlerini kendimize rehber etmeliyiz.
S— Herşeyden evvel bize lâzım olan nedir?
C— Doğruluk.
S— Daha.
C— Yalan söylememek.
S— Sonra.
C— Sıdk, sadakat, ihlâs, sebat, tesanüddür.
S— Neden?
C— Küfrün mâhiyeti yalandır, îmanın mâhiyeti sıdktır. Şu bürhan kâfi değil midir ki; hayatımızın bekası, îmanın ve sıdkın ve tesanüdün devamiyledir.
S— En evvel rüesamız ıslah olunmalı?
C— Evet; Reisleriniz, malınızı ceblerine indirip hapsettikleri gibi, akıllarınızı da sizden almışlar veya dimağınızda hapsetmişler. Öyle ise, şimdi, onların yanındaki akıllarınızla konuşacağım:
Eyyüherruûs verruesâ! Tekâsülî olan tevekkülden sakınınız! İşi birbirinize havâle etmeyiniz! Elinizdeki malımızla ve yanınızdaki aklımızla bize hizmet ediniz. Çünkü, şu mesâkîni istihdam etmekle ücretinizi almışsınız.