Namaz kılmak ve büyük günahları işlememek, ne derece hakikî bir vazife-i insaniye ve ne kadar fıtrî, münasib bir netice-i hilkat-ı beşeriye olduğunu görmek istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:
Seferberlikte, bir taburda, biri muallem, vazifeperver; diğeri acemi, nefisperver iki asker beraber bulunuyordu. Vazifeperver nefer, tâlime ve cihâda dikkat eder, erzak ve tâyinâtını hiç düşünmezdi. Çünki, anlamış ki: Onu beslemek ve cihâzatını vermek, hasta olsa tedavi etmek, hattâ indelhace lokmayı ağzına koymaya kadar devletin vazifesidir. Ve onun asıl vazifesi, tâlim ve cihâddır. Fakat, bazı erzak ve cihazat işlerinde işler. Kazan kaynatır; karavanayı yıkar, getirir. Ona sorulsa:
— Ne yapıyorsun?
Devletin angaryasını çekiyorum, der. Demiyor: Nafakam için çalışıyorum.
Diğer şikemperver ve acemi nefer ise, tâlime ve harbe dikkat etmezdi. “O, devlet işidir. Bana ne.” derdi. Dâim nafakasını düşünüp onun peşine dolaşır, taburu terkeder, çarşıya gider, alışveriş ederdi. Bir gün, muallem arkadaşı ona dedi:
— Birader, asıl vazifen, tâlim ve muharebedir. Sen, onun için buraya getirilmişsin. Padişaha itimad et.