Hem mevcûdatı, hem Cenâb-ı Hakk’ın esmâsını, hem mektubatını inkâr ve tezyif ve tahkir ettiğinden; merhamete ve şefkate lâyık olmadığı gibi, şiddetli bir azaba da müstehaktır. Hiçbir cihette merhamete lâyık değildir.
İşte ey bedbaht ehl-i dalâlet ve sefahet: Şu dehşetli sukuta karşı ve ezici me’yusiyete mukabil; hangi tekemmülünüz, hangi fünununuz, hangi kemâliniz, hangi medeniyetiniz, hangi terakkiyatınız karşı gelebilir! Ruh-u beşerin eşedd-i ihtiyaç ile muhtaç olduğu hakikî tesellîyi nerede bulabilirsiniz! Hem güvendiğiniz ve bel bağladığınız ve âsâr-ı İlâhiyeyi ve ihsanat-ı Rabbâniyeyi onlara isnad ettiğiniz hangi tabiatınız, hangi esbabınız, hangi şerîkiniz, hangi keşfiyâtınız, hangi milletiniz, hangi bâtıl mâbudunuz, sizi, sizce i’dam-ı ebedî olan mevtin zulümatından kurtarıp; kabir hududundan, berzah hududundan, mahşer hududundan, sırat köprüsünden hâkimane geçirebilir; saadet-i ebediyeye mazhar edebilir! Halbuki kabir kapısını kapamadığınız için, siz kat’î olarak bu yolun yolcususunuz. Böyle bir yolcu, öyle birisine dayanır ki, bütün bu dairei azîme ve bu geniş hududlar, onun taht-ı emrinde ve tasarrufundadır.
Hem dahi, ey bedbaht ehl-i dalâlet ve gaflet! “Gayr-ı meşrû bir muhabbetin neticesi, merhametsiz azap çekmektir.” Kaidesi sırrınca, siz, fıtratınızdaki Cenâb-ı Hakk’ın zât ve sıfât ve esmâsına sarfedilecek muhabbet ve mârifet istîdadını ve şükür ve ibâdât cihazâtını, nefsinize ve dünyaya gayr-i meşrû bir sûrette sarfettiğinizden, bilistihkak cezasını çekiyorsunuz. Çünki: Cenâb-ı Hakk’a ait muhabbeti, nefsinize verdiniz. Mahbubunuz olan nefsinizin hadsiz belâsını çekiyorsunuz. Çünki: Hakikî bir rahatı, o mahbubunuza vermiyorsunuz.