Remzen onlar derler: Ey kâinat kardeşler! Ne güzeldir hâlimiz: Şefkatle perverdeyiz; hâlimizden memnunuz. Sivri dimdikleriyle fezâya saçıyorlar birer âvâz-ı pürnâz.
Güya bütün kâinat ulvî bir musikîdir, îmân nuru işitir ezkâr ve tesbihleri. Zîra hikmet reddeder tesadüf vücudunu, nizam ise Tardeder.. ittifâk-ı evhamsâz.
Ey yoldaş! Şimdi şu âlem-i misâlîden çıkarız, hayâlî vehimden ineriz, akıl meydanında dururuz, mizana çekeriz, ederiz yolları berendâz.
Evvelki elîm yolumuz mağdub ve dâllîn yolu, o yol verir vicdana, ta en derin yerine hem bir hiss-i elîmi, hem bir şedid elemi. Şuur onu gösterir. Şuura zıd olmuşuz.
Hem kurtulmak için de muztar ve hem muhtacız; ya o teskin edilsin, ya ihsas da olmasın; yoksa dayanamayız, feryadu fîzar dinlenmez.
Hüdâ ise şifadır; heva, ibtal-i histir. Bu da teselli ister; bu da tegafül ister; bu da meşgale ister; bu da eğlence ister, hevesat-ı sihirbaz.
Tâ vicdanı aldatsın, ruhu tenvim edilsin, tâ elem hissolmasın. Yoksa o elem-i elîm, vicdanı ihrak eder; fîzara dayanılmaz; elem-i ye’s çekilmez.
Demek sırât-ı müstakîmden ne kadar uzak düşse, o derece nisbeten şu hâlet te’sir eder, vicdanı bağırttırır. Her lezzetin içinde elemi var, birer iz.
Demek heves, heva, eğlence, sefâhetten memzuc olan şa’şaa-i medenî, bu dalâletten gelen şu müdhiş sıkıntıya bir yalancı merhem, uyutucu zehirbâz.