Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân
Âyetinin külliyetinde:
“Nev-i insanî bir nefisdir, dirilmek üzere ölecek. Ve Küre-i Arz dahi bir nefistir, bâki bir sûrete girmek için o da ölecek. Dünya dahi bir nefistir, âhiret sûretine girmek için o da ölecek!” ma’nası, Âyetin işâretinden kalbe açılıyordu.
İşte bu hâlette vaziyetime baktım ki; medâr-ı ezvâk olan gençlik gidiyor; menşe-i ahzân olan ihtiyarlık yerine geliyor... Ve gâyet parlak ve nurânî hayat gidiyor; zâhirî karanlıklı dehşetli ölüm, yerine gelmeye hazırlanıyor... Ve o çok sevimli ve dâimî zannedilen ve gafillerin mâşûkası olan dünya, pek sür’atle zevale kavuşuyor gördüm. Kendi kendimi aldatmak ve yine başımı gaflete sokmak için, İstanbul’da haddimden çok fazla gördüğüm makam-ı içtimâînin ezvâkına baktım, hiçbir faidesi olmadı. Bütün onların teveccühü, iltifatı, tesellîleri; yakınımda olan kabir kapısına kadar gelebilir, orada söner. Ve şöhretperestlerin bir gaye-i hayali olan şan ve şerefin süslü perdesi altında sakîl bir riya, soğuk bir hodfuruşluk, muvakkat bir sersemlik sûretinde gördüğümden, anladım ki; beni şimdiye kadar aldatan bu işler, hiçbir teselli veremez ve onlarda hiçbir nur yok...
Yine tam uyanmak için, Kur’ân’ın semâvî dersini işitmek üzere, yine Bayezid Câmiindeki hâfızları dinlemeye başladım. O vakit o semâvî dersten
ilâ âhir.. nev’inden kudsî fermanlarla müjdeler işittim. Kur’ân’dan aldığım feyz ile hariçten teselli aramak değil, belki dehşet ve vahşet ve me’yusiyet aldığım noktalar içinde; teselliyi, ricayı, nuru aradım. Cenâb-ı Hakk’a yüz bin şükür olsun ki; ayn-ı dert içinde dermanı buldum, ayn-ı zulmet içinde nuru buldum, ayn-ı dehşet içinde teselliyi buldum.
En evvel; herkesi korkutan, en korkunç tevehhüm edilen ölümün yüzüne baktım.. nûr-u Kur’ân ile gördüm ki; ölümün peçesi gerçi karanlık, siyah, çirkin ise de; fakat mü’min için asıl sîması nurânîdir, güzeldir gördüm. Ve çok Risâlelerde bu hakîkatı kat’i bir sûrette isbat etmişiz. Sekizinci Söz ve Yirminci Mektub gibi çok Risâlelerde îzah ettiğimiz gibi;
Ölüm, i’dam değil, firak değil, belki hayat-ı ebediyenin mukaddemesidir, mebdeidir ve vazife-i hayat külfetinden bir paydostur, bir terhistir, bir tebdil-i mekândır.