Fakat o Volga Nehri kenarındaki câmideki mezkûr gecenin vaziyeti bana bu kararı verdirmiş ki; bakiye-i ömrümü mağaralarda geçireceğim. Bu insanların hayat-ı içtimâîyesine karışmak artık yeter. Mâdem sonunda yalnız kabre gideceğim; yalnızlığa alışmak için, şimdiden yalnızlığı ihtiyar edeceğim, demiştim. Fakat maatteessüf, İstanbul’daki ciddî ve çok ahbab ve İstanbul’un şa’şaalı hayat-ı dünyeviyesi, husûsan haddimden çok fazla bana teveccüh eden şan ü şeref gibi neticesiz şeyler, o kararımı muvakkaten bana unutturdular. Güya o gurbet gecesi, hayatımın gözünde nurlu siyahlıktı. Ve İstanbul’un beyaz şaşaalı gündüzü, o hayat gözümün nursuz beyazı idi ki, ileriyi göremedi, yine yattı.. tâ iki sene sonra Gavs-ı Geylanî Fütûhu’l-Gayb kitabiyle tekrar gözümü açtırdı.
İşte ey ihtiyar ve ihtiyâreler! Biliniz ki; ihtiyarlıktaki za’f ve acz, rahmet ve İnâyet-i İlâhîyyenin celbine vesîledir. Ben kendi şahsımda çok hâdiselerle müşahede ettiğim gibi, zemînin yüzündeki rahmetin cilvesi de gâyet zâhir bir tarzda bu hakîkatı gösteriyor. Çünkü; hayvânâtın en âciz ve en zaîfi, yavrulardır. Halbuki rahmetin en şirin ve en güzel cilvesine mazhar, yine onlardır. Bir ağacın başındaki yuvada bir yavrunun aczi; annesini en mutî bir nefer gibi rahmetin cilvesi istihdam ediyor. Etrafı gezer, rızkını getirir. Ne vakit o yavru kanatlarının kuvvetlenmesiyle aczini unutsa, vâlidesi ona; “Sen git rızkını ara” der, daha onu dinlemez.
İşte bu sırr-ı rahmet, yavruların hakkında cereyan ettiği gibi, za’f ve acz noktasında yavrular hükmüne geçen ihtiyarlar hakkında da câridir. Bana kanaat-ı kat’iyye verecek derecede tecrübeler vardır ki; nasıl çocukların aczlerine binâen rahmet tarafından rızıkları harika bir sûrette memeler musluklarından gönderiliyor ve akıttırılıyor.. öyle de; ma’sûmiyet kesbeden îmanlı ihtiyarların rızıkları da, bereket sûretinde gönderiliyor.