Elbette bu gözümüz ile gördüğümüz kemâlli ve hikmetli kâinatı, fena ve zevâlde yuvarlanan ve neticesiz olarak tesadüfün oyuncağı, tabiatın mel’abegâhı, zîhayatın zalîmâne mezbahası, zîşuurun dehşetli hüzüngâhı sûretine çeviren ve âsârı ile kemâlâtı görünen insanı, en biçâre ve en perişan ve en aşağı bir hayvan derekesine indiren ve Hâlık’ın âyine-i kemâlâtı olan bütün mevcûdâtın şehâdetiyle nihayetsiz kemâlât-ı kudsiyesi bulunan o Hâlıkın kemâlâtını setredip perde çekerek netice-i faaliyetini ve hallakıyetini ibtal eden şirk, elbette olamaz ve hakîkatsızdır. Şirkin bu kemâlât-ı İlâhîyeye ve insaniye ve kevniyeye karşı zıddiyeti ve o kemâlâtları bozduğu, “İkinci Şuâ” risâlesinin üç meyve-i tevhid’e dâir “Birinci Makam”ında kuvvetli ve kat’i deliller ile isbat ve îzah edildiğinden, ona havale edip burada kısa kesiyoruz.
DÖRDÜNCÜ HAKÎKAT: “Hâkimiyet”tir.
Evet bu kâinata geniş bir dikkat ile bakan; kâinatı gâyet haşmetli ve gâyet faaliyetli bir memleket, belki idâresi gâyet hikmetli ve hâkimiyeti gâyet kuvvetli bir şehir hükmünde görür, her şeyi ve her nev’i birer vazife ile musahharâne meşgul bulur.
âyetinin askerlik ma’nasını ihsas eden temsiline göre: Zerrat ordusundan ve nebâtât fırkalarından ve hayvanât taburlarından, tâ yıldızlar ordusuna kadar olan cünûd-u Rabbânîyeden, o küçücük me’murlarda ve bu pek büyük askerlerde hâkîmane tekvinî emirlerin, âmirane hükümlerin, şâhâne kanunların cereyanları, bedâhetle bir hâkimiyet-i mutlakanın ve bir âmiriyet-i külliyenin vücûduna delâlet ederler.
Mâdem bir hâkimiyet-i mutlaka hakîkatı vardır... elbette şirkin hakîkatı olamaz. Çünkü
âyetinin hakikat-ı katıasiyle; müteaddid eller müstebidâne bir işe karışsalar, karıştırırlar. Bir memlekette iki pâdişâh, hatta bir nâhiyede iki müdür bulunsa; intizam bozulur ve idare herc ü merc olur. Halbuki, sinek kanadından tâ semâvât kandillerine kadar ve hüceyrat-ı bedeniyeden tâ seyyârâtın burçlarına kadar öyle bir intizam var ki; zerre kadar şirkin müdâhalesi olamaz.