Sonra, o seyyah-ı âlem asırlarda gezerken, müceddid-i elf-i sâni, Îmam-ı Rabbânî Ahmed-i Farukî’nin medresesine rastgeldi, girdi; Onu dinledi. O İmam, ders verirken diyordu:
“Bütün tarîkatların en mühim neticesi, hakâik-i îmaniyenin inkişafıdır.” ve “Birtek mes’ele-i îmaniyenin vuzuh ile inkişafı, bin keramâtâ ve ezvaka müreccahtır.” Hem diyordu: “Eski zamanda, büyük zâtlar demişler ki: “Mütekellimînden ve ilm-i kelâm ulemasından birisi gelecek, bütün hakâik-i îmaniye ve İslâmiyeyi delail-i akliye ile kemâl-i vuzuh ile isbat edecek.” Ben istiyorum ki, ben o olsam, belki (Hâşiye) o adamım, diye, îman ve tevhid bütün kemâlât-ı insaniyenin esası, mâyesi, nûru, hayatı olduğunu ve
düstûru, tefekkürat-ı îmaniyeye âid bulunması ve Nakşî tarîkatında hafî zikrin ehemmiyeti ise, bu çok kıymetdar tefekkürün bir nev’i olmasıdır.” diye ta’lim ederdi.
Seyyah tamamiyle işitti, döndü nefsine dedi ki: Mâdem bu kahraman imam böyle diyor ve mâdem bir zerre kuvvet-i îmaniyenin ziyâdeleşmesi, bir batman mârifet ve kemâlâttan daha kıymetlidir ve yüz ezvâkın balından daha tatlıdır.
Hâşiye: Zaman isbat etti ki: O adam, adam değil, Risâle-i Nur’dur. Belki ehl-i keşif Risâle-i Nur’u ehemmiyetsiz olan tercümanı ve naşiri sûretinde -keşiflerinde- müşâhede etmişler; “bir adam” demişler.