Hem mâdem dünyanın her tarafında tasarruf eden ve nakışları ve cilveleri görünen “Hakîm, Rahîm, Musavvir, Müdebbir, Muhyî, Mürebbi” gibi isimler ve “hikmet ve rahmet ve inâyet” gibi şe’nler ve “tasvir ve tedvir ve terbiye” gibi fiiller birdirler. Her yerde aynı isim, aynı fiil birbiri içinde, hem nihayet mertebede, hem ihâtalıdırlar. Hem birbirinin nakşını öyle tekmil ederler ki; güya o isimler ve o fiiller ittihad edip, kudret ayn-ı hikmet ve rahmet ve hikmet ayn-ı inâyet ve hayat oluyor. Meselâ, hayat verici ismin bir şeyde tasarrufu göründüğü anda, yaratıcı ve tasvir edici ve rızk verici gibi çok isimlerin aynı anda, her yerde, aynı sistemde tasarrufatları görünüyor. Elbette ve elbette ve bedahetle şehâdet eder ki; o ihâtalı isimlerin müsemmâsı ve her yerde aynı tarzda görünen şümûllü fiillerin fâili birdir; tekdir, vâhiddir, ehad’dir. Âmennâ ve saddakna!
Hem, mâdem masnûatın maddeleri ve mayeleri olan unsurlar zemini ihâta ederler. Ve mahlûkattan, −vahdeti gösteren çeşit çeşit sikkeleri taşıyan− nev’ilerin herbiri bir iken rûy-i zeminde intişar edip istila ederler. Elbette bedahetle isbat eder ki; o unsurlar (müştemilatiyle) ve o nev’iler efrâdiyle birtek zâtın malıdır, mülküdür. Ve öyle bir Vâhid-i Kadîr’in masnuları ve hizmetkârlarıdır ki; o koca istilâcı unsurları, gâyet itaatli bir hizmetçi ve o zeminin her tarafına dağılan nev’ileri gâyet intizamlı bir nefer hükmünde istihdam eder.
Bu hakîkat dahi Risâlet-ün Nur’da isbat ve îzah edildiğinden, burada bu kısa işâretle iktifa ediyoruz. Bizim yolcu, bu beş hakîkatten aldığı feyz-i îmanî ve zevk-i tevhidî neş’esiyle müşâhedâtını hülâsa ve hissiyatını tercüme ederek, kalbine diyor:
Bak kitab-ı kâinatın safha-i rengînine!
Hâme-i zerrin-i kudret, gör ne tasvir eylemiş.
Kalmamış bir nokta-yı muzlim çeşm-i dil erbabına,
Sanki âyâtın Huda, nur ile tahrir eylemiş.