Dördüncüsü: Yüksek edibler bu hesabı, edebî bir kanun-u letâfet kabul edip, eski zamandan beri onu isti’mal etmişler. Hatta letâfetin hatırı için, iradî ve sun’î ve taklidî olmamak lâzım gelirken, sun’î ve kasdî bir sûrette o gaybî anahtarların taklidini yapıyorlar.
Beşincisi: Ulûm-u riyaziye ulemasının münâsebet-i adediye içinde en lâtif düstûrları ve avamca hârika görünen kanunları, bu hesab-ı tevâfukînin cinsindendirler. Hatta fıtrat-ı eşyada Fâtır-ı Hakîm bu tevâfuk-u hesabîyi bir düstûr-u nizam ve bir kanun-u vahdet ve insicam ve bir medâr-ı tenasüb ve ittifak ve bir namus-u hüsün ve ittisak yapmış. Meselâ; nasılki iki elin ve iki ayağın parmakları, a’sabları, kemikleri, hatta hüceyratları, mesâmatları hesabca birbirine tevâfuk ederler. Öyle de; bu ağaç, bu baharda ve geçen bahardaki çiçek, yaprak, meyvece tevâfuk ettiği gibi, bu baharda dahi az bir farkla geçen bahara tevâfuk ve istikbal baharları dahi mazi baharlarına ihtiyar ve irade-i İlâhîyeyi gösteren sırlı ve az farkla muvafakatları, Sâni-i Hakîm-i Zülcemal’in vahdetini gösteren kuvvetli bir şahid-i vahdaniyettir.
İşte madem bu tevâfuk-u cifrî ve ebcedî, bir kanun-u ilmî ve bir düstûr-u riyazî ve bir namus-u fıtrî ve bir usûl-ü edebî ve bir anahtar-ı gaybî oluyor. Elbette menba-ı ulûm ve mâden-i esrar ve fıtratın tercüman-ı âyât-ı tekviniyesi ve edebiyatın mu’cize-i kübrâsı ve lîsan-ül gayb olan Kur’ân-ı Mu’ciz-ül Beyân, o kanun-u tevâfukîyi işârâtında istihdam, isti’mal etmesi i’cazının muktezasıdır.
İhtar bitti, şimdi sadede geliyoruz.
Sûre-i Zümer, Câsiye, Ahkaf’ın başlarındaki
olan âyetler, sâbık ihtarın ikinci noktasında, münâsebet-i ma’nevîyesi beyân edildiğinden burada yalnız cifrî remzini beyân edeceğiz.