Şöyle ki: İki sekiz yüz, iki yüz, iki seksen, iki kırk, üç yirmibir, üç otuz, bir bir on, (Lafzullah) altmış yedi, bir yetmiş, dört dört yüz yirmi dört olup yekûnü bin üç yüz kırk iki (1342) ederek bu asrın şu tarihine nazar-ı dikkati celbetmekle beraber, Kur’ânın tenziliyle çok alâkadar bir Nur’a parmak basıyor. Ve o tarihten az sonra Mu’cizat-ı Ahmediye (A.S.M.) Risâlesi ve Yirminci ve Yirmi Dördüncü Mektublar gibi Risâlet-ün Nur’un en nurânî cüzleri meydan-ı intişara çıkmaları ve Kur’ânın kırk vecihle i’cazını isbat eden Mu’cizat-ı Kur’âniye Risâlesiyle haşre dâir Onuncu Söz’ün ikisinin kırk ikide intişarları ve kırk altıda fevkalâde iştiharları aynı tarihte olması bir kuvvetli emâredir ki, bu âyet ona husûsi bir iltifatı var. Hem nasılki bu âyetler te’lif ve intişarına işâret ederler, öyle de; yalnız
kelimesi Risâlet-ün Nur’un ismine -şeddeli “nun” bir “nun” sayılmak cihetiyle- gâyet cüz’î bir farkla tevâfuk edip remzen bakar, kendine kabul eder. Çünkü
kelimesi dokuz yüz elli bir (951) ederek Risâlet-ün Nur’un makamı olan dokuz yüz kırk sekize (948) sırlı üç farkla tevâfuk noktasından bakar.
Birden hatıra geldi ki: Bu üç farkın sırrı ise Risâlet-ün Nur’un mertebesi üçüncüde olmasıdır. Yâni vahiy değil ve olamaz. Hem umûmîyetle dahi ilham değil, belki ekseriyetle Kur’ân’ın feyziyle ve medediyle kalbe gelen sünühat ve istihracat-ı Kur’âniyedir. Cây-ı dikkattir ki, birinci olan Sure-i Mü’min’de
makam-ı cifrîsi, ba’zı mühim âyetler gibi bin üç yüz yetmişe (1370) bakıyor. Acaba on beş-yirmi sene sonra başka bir nur-u Kur’ân zuhur mu edecek, yahut Resail-in Nur’un bir inkişaf-ı fevkalâde ile bir fütuhatı mı olacak bilmediğimden o kapıyı açamıyorum.