Eğer deseniz: Bu hürmet ve makam ve teveccüh, vazife başında olduğu vakte mahsustur ve vazifedarlara hastır. Sen vazifesiz bir adamsın; vazifedarlar gibi milletin hürmetini kabul edemezsin!
Elcevab: Eğer insan yalnız bir cesedden ibâret olsa... ve insan dünyada lâyemutâne dâimî kalsa... ve kabir kapısı kapansa... ve ölüm öldürülse, o vakit vazife yalnız askerlik ve idare me’murlarına mahsus kalırsa; sözünüzde dahi bir ma’na olurdu. Fakat mâdem insan yalnız cesedden ibâret değil. Cesedi beslemek için; kalb, dil, akıl, dimağ koparılıp o cesede yedirilmez, onlar imha edilmez. Onlar da idare ister.
Ve mâdem kabir kapısı kapanmıyor ve mâdem kabrin öbür tarafındaki endişe-i istikbâl her ferdin en mühim mes’elesidir. Elbette milletin itaat ve hürmetine istinâd eden vazifeler, yalnız milletin hayat-ı dünyeviyesine âid içtimâî ve siyasî ve askerî vazifelere münhasır değildir. Evet, yolculara seyahat için vesika vermek bir vazife olduğu gibi, ebed tarafına giden yolculara da hem vesika, hem o zulümatlı yolda nur vermek öyle bir vazifedir ki, hiçbir vazife o vazife kadar ehemmiyetli değildir. Böyle bir vazifenin inkârı, ölümün inkâriyle ve her gün da’vasını, cenazelerinin mührüyle imza edip tasdik eden otuz bin şahidin şehâdetini tekzib ve inkâr etmekle olur. Mâdem ma’nevî hâcât-ı zarûriyeye istinâd eden ma’nevî vazifeler var. Ve o vazifelerin en mühimmi, ebed yolunda seyahat için pasaport varakası ve berzah zulümatında kalbin cep feneri ve saadet-i ebediyenin anahtarı olan îmandır ve îmanın ders ve takviyesidir. Elbette o vazifeyi gören ehl-i marifet herhalde küfran-ı ni’met sûretinde kendine edilen Ni’met-i İlâhîyyeyi ve fazilet-i îmaniyeyi hiçe sayıp, sefihler ve fâsıkların makamına sukut etmeyecektir. Kendini, aşağıların bid’alariyle, sefahetleriyle bulaştırmayacaktır!.. İşte beğenmediğiniz ve müsâvâtsızlık zannettiğiniz inziva bunun içindir.
İşte bu hakîkatla beraber, beni işkence ile taciz eden sizin gibi enâniyette ve bu kanun-u müsâvâtı kırmakta fir’avunluk derecesinde ileri giden mütekebbirlere karşı demiyorum. Çünkü mütekebbirlere karşı tevazu, tezellül zannedildiğinden, tevazu etmemek gerektir. Belki ehl-i insaf ve mütevâzi ve âdil kısmına derim ki: “Ben FELİLLAHİ’L-HAMD kendi kusurumu, aczimi biliyorum. Değil müslümanlar üstünde mütekebbirane bir makam-ı ihtiram istemek, belki her vakit nihayetsiz kusurlarımı, hiçliğimi görüp, istiğfar ile teselli bulup, halklardan ihtiram değil, duâ istiyorum. Hem zannederim benim bu mesleğimi, benim bütün arkadaşlarım biliyorlar. Yalnız bu kadar var ki: Kur’ân-ı Hakîm’in hizmeti esnasında ve hakâik-i îmaniyenin dersi vaktinde o hakâik hesabına