O muamele de şudur: Kendi nefsim ve aklım bende hissetmedikleri bir parça riyakârane enâniyet vaziyetini, onlar enâniyetlerinin hassasiyet mîzaniyle hissediyorlar gibi, şiddetli bir sûrette ben hissetmediğim enâniyetimin karşısına çıkıyorlar. Bu sekiz dokuz senede, sekiz dokuz def’a tecrübem var ki, onların zâlimane bana karşı muamelelerinin vukuundan sonra, Kader-i İlâhîyi düşünüp “Ne için bunları bana musallat etti” diye nefsimin desîselerini arıyordum. Her def’ada, ya nefsim şuursuz olarak enâniyete fıtrî meyletmiş veyahud bilerek beni aldatmış, anlıyorum. O vakit kader-i İlâhî, o zâlimlerin zulmü içerisinde hakkımda adalet etmiş, derdim. Ezcümle: Bu yazın arkadaşlarım güzel bir ata beni bindirdiler. Bir seyrangâha gittim. Şuursuz olarak nefsimde hodfuruşâne bir keyf arzusu uyanmakla ehl-i dünya öyle şiddetli o arzumun karşısına çıktılar ki, yalnız o gizli arzuyu değil, belki çok iştihalarımı kestiler. Hatta ezcümle, bu def’a Ramazandan sonra, eski zamanda gâyet büyük, kudsî bir imâmın bize karşı gaybî kerâmetiyle iltifatından sonra kardeşlerimin takvâ ve ihlâsları ve ziyaretçilerin hürmet ve hüsnü zanları içinde ben bilmeyerek nefsim müftehirâne, güya müteşekkirâne perdesi altında riyakârane bir enâniyet vaziyetini almak istedi. Birden bu ehl-i dünyanın hadsiz hassasiyetle ve hatta riyakârlığın zerrelerini de hissedebilir bir tarzda, birden bana iliştiler. Ben Cenâb-ı Hakka şükrediyorum ki, bunların zulmü bana bir vâsıta-i ihlâs oldu...