“İşte bu defterdir ki, o sarayı teşkil, tanzim ve tezyin edip bu eşyayı yapmış, takmış, yerleştirmiş.” diyerek... vahşetini; ahmakların, sarhoşların hezeyanına çevirmiş...
İşte aynen bu misal gibi; hadsiz derecede misaldeki saraydan daha muntazam, daha mükemmel ve bütün etrafı mu’cizane hikmetle dolu şu saray-ı âlemin içine, inkâr-ı Ulûhiyete giden “tabiiyyun” fikrini taşıyan vahşi bir insan girer. Dâire-i mümkinat haricinde olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücûd’un eser-i san’atı olduğunu düşünmeyerek ve ondan i’raz ederek, dâire-i mümkinat içinde kader-i İlâhînin yazar bozar bir levhası hükmünde ve Kudret-i İlâhîyyenin kavanin-i icraatına tebeddül ve tegayyür eden bir defteri olabilen ve pek yanlış ve hata olarak “tabiat” nâmı verilen bir mecmua-i kavanin-i Âdât-ı İlâhîyye ve bir fihriste-i San’at-ı Rabbânîyeyi görür. Ve der ki: “Mâdem bu eşya bir sebeb ister, hiçbir şey’in bu defter gibi münâsebeti görünmüyor. Çendan hiçbir cihetle akıl kabul etmez ki; gözsüz, şuursuz, kudretsiz bu defter, Rubûbiyet-i Mutlakanın işi olan ve hadsiz bir kudreti iktiza eden îcadı yapamaz. Fakat mâdem Sâni-i Kadîmi kabul etmiyorum; öyle ise en münasibi, bu defter bunu yapmış ve yapar diyeceğim” der. Biz de deriz:
Ey ahmaku’l-humakâdan tahammuk etmiş sarhoş ahmak! Başını tabiat bataklığından çıkar, arkana bak; zerrattan, seyyarâta kadar bütün mevcûdât, ayrı ayrı lisanlarla şehadet ettikleri ve parmaklarıyla işaret ettikleri bir Sâni-i Zülcelâl’i gör.. ve o sarayı yapan ve o defterde sarayın proğramını yazan Nakkaş-ı Ezelî’nin cilvesini gör, fermanına bak, Kur’ânını dinle.. o hezeyanlardan kurtul!..
İkinci Misal: Gâyet vahşi bir adam muhteşem bir kışla dâiresine girer. Gâyet muntazam bir ordunun umûmî beraber tâlimlerini, muntazam hareketlerini görür. Bir neferin hareketiyle; bir tabur, bir alay, bir fırka kalkar, oturur, gider; bir ateş emriyle ateş ettiklerini müşahede eder. Onun kaba, vahşi aklı, bir kumandanın, devletin nizamatıyla ve kanun-u pâdişâhî ile kumandasını anlamayıp, inkâr ettiğinden, o askerlerin iplerle birbiriyle bağlı olduklarını tahayyül eder. O hayalî ip, ne kadar harikalı bir ip olduğunu düşünür; hayrette kalır. Sonra gider.. Ayasofya gibi gâyet muazzam bir câmie, Cuma gününde dâhil olur. O cemâat-ı müslimînin, bir adamın sesiyle kalkar, eğilir, secde ederek oturduklarını müşahede eder. Ma’nevî ve semâvî kanunların mecmuundan ibâret olan şerîatı ve şerîat sâhibinin emirlerinden gelen ma’nevî düstûrlarını anlamadığından, o cemâatın maddî iplerle bağlandığını ve o acîb ipler onları esir edip oynattığını tahayyül ederek en vahşî insan sûretindeki canavar hayvanları dahi güldürecek derecede maskaralı bir fikirle çıkar, gider.