Lemalar | Yirmiüçüncü Lema | 190
(176-194)
Hâtime

Tabiat fikr-i küfrîsini terkeden ve îmana gelen zât diyor ki: ELHAMDÜLİLLAH, benim şübhelerim kalmadı; yalnız merakımı mûcib olan birkaç sualim var.

Birinci Sual: Çok tenbellerden ve târikü’s-salâtlardan işitiyoruz; diyorlar ki: Cenâb-ı Hakk’ın bizim ibâdetimize ne ihtiyacı var ki, Kur’ânda çok şiddet ve ısrar ile ibâdeti terkedeni zecredip Cehennem gibi dehşetli bir ceza ile tehdid ediyor.

İ’tidâlli ve istikametli ve adaletli olan ifade-i Kur’âniyeye nasıl yakışıyor ki, ehemmiyetsiz bir cüz’î hataya karşı, nihayet şiddeti gösteriyor?

Elcevab: Evet Cenâb-ı Hak senin ibâdetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibâdete muhtaçsın, ma’nen hastasın. İbâdet ise, ma’nevî yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok Risâlelerde isbat etmişiz. Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir hekimin ona nâfi’ ilâçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: “Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?” Ne kadar ma’nasız olduğunu anlarsın.

Amma Kur’ân’ın, terk-i ibâdet hakkında şiddetli tehdidatı ve dehşetli cezaları ise; nasılki bir pâdişâh, raiyetinin hukukunu muhafaza etmek için; âdi bir adamın, raiyetinin hukukuna zarar veren bir hatasına göre, şiddetli cezaya çarpar. Öyle de; ibâdeti ve namazı terk eden adam, Sultan-ı Ezel ve Ebed’in raiyeti hükmünde olan mevcûdâtın hukukuna ehemmiyetli bir tecavüz ve ma’nevî bir zulüm eder. Çünkü; mevcûdâtın kemâlleri, Sânia müteveccih yüzlerinde tesbih ve ibâdet ile tezahür eder. İbâdeti terkeden, mevcûdâtın ibâdetini görmez ve göremez. Belki de inkâr eder. O vakit ibâdet ve tesbih noktasında yüksek makamda bulunan ve herbiri birer mektub-u Samedanî ve birer âyine-i Esmâ-i Rabbânîye olan mevcûdâtı; âlî makamlarından tenzil ettiğinden ve ehemmiyetsiz, vazifesiz, camid, perîşan bir vaziyette telâkki ettiğinden, mevcûdâtı tahkir eder; kemâlâtını inkâr ve tecavüz eder. Evet, herkes, kâinatı kendi âyinesiyle görür. Cenâb-ı Hak insanı kâinat için bir mikyas, bir mîzan sûretinde yaratmıştır. Her insan için, bu âlemden husûsi bir âlem vermiş. O âlemin rengini, o insanın itikad-ı kalbîsine göre gösteriyor. Meselâ; gâyet me’yus ve matemli olarak ağlıyan bir insan, mevcûdâtı ağlar ve me’yus sûretinde görür... gâyet sürurlu ve neş’eli, müjdeli ve kemâl-i neş’esinden gülen bir adam; kâinatı neş’eli, güler gördüğü gibi, mütefekkirane ve ciddî bir sûrette ibâdet ve tesbih eden adam, mevcûdâtın hakîkaten mevcûd ve muhakkak olan ibâdet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür. Gafletle veya inkârla ibâdeti terkeden adam; mevcûdâtı, hakîkat-ı kemâlâtına tamamiyle zıd ve muhalif ve hata bir sûrette tevehhüm eder ve ma’nen onların hukukuna tecavüz eder. Hem o târikü’s-salât, kendi kendine mâlik olmadığı için, kendi mâlikinin bir abdi olan kendi nefsine zulmeder. Onun mâliki, o abdinin hakkını, onun nefs-i emmâresinden almak için, dehşetli tehdid eder. Hem netice-i hilkatı ve gaye-i fıtratı olan ibâdeti terkettiğinden, Hikmet-i İlâhîye ve Meşiet-i Rabbânîyeye karşı bir tecavüz hükmüne geçer. Onun için cezaya çarpılır.

Elhâsıl: İbâdeti terkeden, hem kendi nefsine zulmeder; nefsi ise, Cenâb-ı Hakkın abdi ve memluküdür hem kâinatın hukuk-u kemâlâtına karşı bir tecavüz, bir zulümdür.

Dinle
-