Ma’nen: “Sen hapse Medrese-i Yûsufiye nâmı vermişsin; hem Denizli’de sıkıntınızdan bin derece ziyâde hem ferah, hem ma’nevî kâr, hem oradaki mahpusların Nurlardan istifadeleri, hem büyük dâirelerde Nurların fütûhatı gibi neticeler, size şekvâ yerinde binler şükrettirdi, herbir saat hapsinizi ve sıkıntınızı, on saat ibâdet hükmüne getirdi; o fâni saatleri bâkileştirdi. İNŞÂALLAH bu Üçüncü Medrese-i Yûsufiyedeki musîbetzedelerin Nurlardan istifadeleri ve teselli bulmaları, senin bu soğuk ve ağır sıkıntını hararetlendirip, sevinçlere çevirecek ve hiddet ettiğin adamlar eğer aldanmışlarsa bilmiyerek sana zulmediyorlar. Onlar hiddete lâyık değiller. Eğer bilerek ve garazla ve dalâlet hesabına seni incitiyorlar ve işkence yapıyorlarsa, onlar pek yakın bir zamanda, ölümün îdam-ı ebedîsiyle kabrin haps-i münferidine girip, dâimî sıkıntılı azab çekecekler. Sen onların zulmü yüzünden hem sevab, hem fâni saatlerini bâkileştirmeyi, hem ma’nevî lezzetleri, hem vazife-i ilmiye ve dîniyyeyi ihlâs ile yapmasını kazanıyorsun!” diye ruhuma ihtar edildi. Ben de bütün kuvvetimle “ELHAMDÜLİLLÂH” dedim. İnsaniyet damarıyla o zâlimlere acıdım. “Ya Rabbî! Onları ıslah eyle!” diye duâ ettim. Bu yeni hâdisede, ifademde Dahiliye Vekâletine yazdığım gibi, on vecihle kanunsuz olduğu ve kanun nâmına kanunsuzluk eden o zâlimler asıl suçlu onlar olması gibi öyle bahâneleri aradılar; işitenleri güldürecek ve hakperestleri ağlattıracak iftiraları ve uydurmalarıyla ehl-i insâfa gösterdiler ki; Risâle-i Nur’a ve şâkirdlerine ilişmeye, kanun ve hak cihetinde imkân bulamıyorlar, divâneliğe sapıyorlar.
Ezcümle: Bir ay bizi tecessüs eden me’murlar, birşey bahâne bulamadıklarından bir pusla yazıp ki: “Said’in hizmetkârı bir dükkândan rakı almış, ona götürmüş.” O puslayı imza ettirmek için hiç kimseyi bulamayıp, sonra yabanî ve sarhoş bir adamı yakalamışlar, tehdidkârâne “Gel bunu imza et!” demişler. O da demiş: “Tevbeler tevbesi olsun, bu acib yalanı kim imza edebilir?” Onları, puslayı yırtmağa mecbûr etmiş.
İkinci bir nümûne: Bilmediğim ve şimdi dahi tanımadığım bir zât, atını beni gezdirmek için vermiş, ben de rahatsızlığım için teneffüs kasdı ile, ekser günlerde, yazda, bir iki saat gezerdim. O at ve araba sâhibine elli liralık kitab vermiye söz vermiştim. Tâ, kaidem bozulmasın ve minnet altına girmiyeyim. Acaba bu işde hiç bir zarar ihtimali var mı? Halbuki “O at kimindir?” diye, elli def’a bizlerden hem vâli, hem adliyeciler, hem zâbıta ve polisler sordular. Güya büyük bir hâdise-i siyasiye.. ve asâyişe temas eden bir vâkıadır. Hatta bu ma’nasız soruşların kesilmesi için, iki zât hamiyeten biri “At benimdir” diğeri “Araba benimdir” dedikleri için ikisini de benimle beraber tevkif ettiler.