Ehl-i îmân iken ehl-i dalâlete o hubb-u dünya ve o sır için tâbi olmak tehlikesinden kurtarmanın çare-i yegânesi, dünyada dahi Cehennem azâbını ve elemlerini göstermekle olur ki, Risale-i Nur o meslekten gidiyor.
Yoksa bu zamandaki küfrü mutlakın ve fenden gelen dalâletin ve sefahetten gelen tiryakiliğin inadı karşısında, Cenâb-ı Hakk’ı tanıttırdıktan sonra ve Cehennem’in vücudunu isbat ile ve onun azâbı ile insanları fenalıktan, seyyiattan vazgeçirmek; ondan, belki yirmiden birisi ders alabilir. Ders aldıktan sonra da, “Cenâb-ı Hak Gafururrahîmdir, hem Cehennem pek uzaktır” der, sefahetine devam edebilir. Kalbi, ruhu hissiyatına mağlub olur.
İşte Risale-i Nur’daki ekser muvazeneler küfür ve dalâletin dünyadaki elîm ve ürkütücü neticelerini göstermekle en muannid ve nefisperest insanları dahi o menhus gayr-i meşrû lezzetlerden ve sefahetlerden bir nefret verip aklı başında olanları tevbeye sevkeder.
O muvâzenelerden Altıncı, Yedinci, Sekizinci Sözler’deki kısa muvâzeneler ve Otuz ikinci Söz’ün Üçüncü Mevkıfındaki uzun muvâzene, en sefih ve dalâlette giden adamı da ürkütüyor, dersini kabul ettiriyor.
Meselâ, Âyet-i Nur’daki seyahat-ı hayaliye ile hakikat olarak gördüğü vaziyetleri gayet kısaca işaret edeceğiz. Tafsilâtını isteyen “Sikke-i Gaybiye”nin âhirindeki 256’dan 259’uncu sahifeye kadar baksın.
Ezcümle: O seyahat-ı hayaliyede rızka muhtaç hayvanat âlemini gördüğüm vakit, maddî felsefe ile baktım: Hadsiz ihtiyacât ve şiddetli açlıklariyle beraber zaaf ve aczleri, o zîhayat âlemini bana çok acıklı ve elîm gösterdi.