Îman ve Küfür | Yirmiüçüncü Söz | 101
(93-122)

Nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsiz hâcâtâ giriftar ve nihayetsiz metalibe muhtaç olduğundan, vazife-i asliye-i fıtriyesi, îmândan sonra “dua”dır. Dua ise, esâs-ı ubûdiyettir. Nasıl bir çocuk, eli yetişmediği bir meramını, bir arzusunu elde etmek için, ya ağlar, ya ister. Yâni: Ya fiilî, ya kavlî lisan-ı acziyle bir dua eder. Maksûduna muvaffak olur. Öyle de: İnsan bütün zîhayat âlemi içinde nâzik, nâzenin, nâzdar bir çocuk hükmündedir. Rahmanürrahimin dergâhında; ya zaaf ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyaciyle dua etmek gerektir. Tâ ki, makasıdı ona musahhar olsun veya teshirin şükrünü eda etsin. Yoksa bir sinekten vaveylâ eden ahmak ve haylaz bir çocuk gibi; “Ben kuvvetimle bu kabîl-i teshir olmayan ve bin derece ondan kuvvetli olan acip şeyleri teshir ediyorum ve fikir ve tedbirimle kendime itaat ettiriyorum.” deyip küfrân-ı ni’mete sapmak, insaniyetin fıtrat-ı asliyesine zıt olduğu gibi, şiddetli bir azâba kendini müstehak eder.

BEŞİNCİ NOKTA: Îmân, duayı, bir vesile-i kat’iyye olarak iktiza ettiği ve fıtrat-ı insaniye, onu şiddetle istediği gibi; Cenâb-ı Hak dahi “Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?” mealinde

ferman ediyor. Hem emrediyor.

Eğer desen: “Bir çok def’a dua ediyoruz, kabûl olmuyor. Halbuki, âyet umumîdir.. her duaya cevab var ifade ediyor.”

Elcevab: Cevab vermek ayrıdır, kabûl etmek ayrıdır. Her dua için cevab vermek var;

Ses Yok