İnsanın yirmi senede kazandığı iktidar-ı hayatiyeyi ve meleke-i ameliyeyi, yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan tahsil eder, yâni ona ilham olunur. Demek hayvanın vazife-i asliyesi; taallümle tekemmül etmek değildir ve mârifet kesbetmekle terakki etmek değildir. Ve aczini göstermekle meded istemek, duâ etmek değildir. Belki vazifesi, istidadına göre taammüldür, amel etmektir, ubûdiyet-i fiiliyedir.
İnsan ise, dünyaya gelişinde herşey’i öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına câhil, hattâ yirmi senede tamamen şerait-i hayatı öğrenemiyor. Belki âhir-i ömrüne kadar öğrenmiye muhtaç. Hem gayet âciz ve zaif bir surette dünyaya gönderilip biriki senede ancak ayağa kalkabiliyor. On beş senede ancak zarar ve menfaatı farkeder. Hayat-ı beşeriyenin muavenetiyle, ancak menfaatlarını celb ve zararlardan sakınabilir. Demek ki, insanın vazife-i fıtriyesi taallümle tekemmüldür, dua ile ubûdiyettir. Yani: “Kimin merhametiyle böyle hakîmâne idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikane terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nâzeninane besleniyorum ve idâre ediliyorum?” bilmektir: Ve binden ancak birisine eli yetişemediği hâcâtına dair Kadıül Hâcât’a lisan-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır ve istemek ve dua etmektir. Yâni: Aczin ve fakrın cenahlariyle makam-ı âlâyı ubûdiyete uçmaktır.
Demek insan bu âleme ilim ve dua vasıtasiyle tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidat îtibariyle herşey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikîyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu, marifetullahtır ve onun üssül esası da îmân-ı billâhtır.
Hem insan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyata mâ ruz ve hadsiz a’dânın hücumuna müptela ve