Îman ve Küfür | Yirmiüçüncü Söz | 97
(93-122)

İşte enâniyetine îtimad eden, zulümat-ı gaflete düşen, dalâlet karanlığına mübtelâ olan adam; o vâkıada evvelki halime benzer ki: O cep feneri hükmünde nâkıs ve dalâletâlûd mâlûmat ile zaman-ı mâziyi, bir mezar-ı ekber suretinde ve ademâlûd bir zulümat içinde görüyor. İstikbali, gayet fırtınalı ve tesadüfe bağlı bir vahşetgâh gösterir. Hem herbirisi, bir Hakîm-i Rahîm’in birer memur-u musahharı olan hâdisat ve mevcûdatı, muzır birer canavar hükmünde bildirir.

hükmüne mazhar eder. Eğer hidâyet-i İlâhiye yetişse, îmân kalbine girse, nefsin fir’avuniyeti kırılsa, Kitabullah’ı dinlese, o vâkıada ikinci halime benzeyecek. O vakit birden kâinat bir gündüz rengini alır; nur-u İlâhî ile dolar. Âlem

âyetini okur. O vakit zaman-ı mâzi, bir mezar-ı ekber değil, belki herbir asrı bir nebînin veya evliyanın taht-ı riyasetinde vazife-i ubûdiyeti îfa eden ervâh-ı sâfiye cemaatlarının vazife-i hayatlarını bitirmekle “Allahü Ekber” diyerek makamat-ı âliyeye uçmalarını ve müstakbel tarafına geçmelerini kalb gözü ile görür. Sol tarafına bakar ki; dağlarmisâl bâzı inkılâbat-ı berzahiye ve uhreviye arkalarında Cennet’in bağlarındaki saadet saraylarında kurulmuş bir ziyafet-i Rahmaniyeyi o nur-u îmân ile uzaktan uzağa fark eder. Ve fırtına ve zelzele, taun gibi hâdiseleri, birer musahhar memur bilir. Bahar fırtınası ve yağmur gibi hâdisatı; sûreten haşîn, mânen çok lâtif hikmetlere medar görüyor. Hattâ mevti, hayat-ı ebediyenin mukaddemesi ve kab ri, saadet-i ebediyenin kapısı görüyor.

Ses Yok