Îman ve Küfür | Otuzuncu Söz | 150
(149-165)

Şu mes’eleye dair “Şemme” isminde bir risale-i Arabiyemde şöyle bahsetmişiz ki: Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zâhiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenâb-ı Hak, emanet cihetiyle insana ene namında öyle bir miftah vermiş ki; âlemin bütün kapılarını açar ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki, Hallâk-ı Kâinatın künûz-u mahfiyesini onun ile keşfeder. Fakat ene, kendisi de gayet muğlak bir muamma ve açılması müşkil bir tılsımdır. Eğer onun hakikî mahiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse; kendisi açıldığı gibi kâinat dahi açılır. Şöyle ki:

Sani-i Hakîm, insanın eline emanet olarak, Rubûbiyetinin sıfât ve şuûnatının hakikatlarını gösterecek, tanıttıracak, işâret ve nümuneleri câmi’ bir ene vermiştir. Tâ ki; o ene, bir vâhid-i kıyasî olup, evsaf-ı Rubûbiyet ve şuûnat-ı Ulûhiyet bilinsin. Fakat vâhid-i kıyasî, bir mevcud-u hakikî olmak lâzım değil. Belki, hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vâhid-i kıyasî teşkil edilebilir. İlim ve tahakkukla hakikî vücudu lâzım değildir.

Sual: Niçin Cenâb-ı Hakk’ın sıfât ve esmâsının mârifeti, “Enaniyet”e bağlıdır?

Elcevap: Çünki: Mutlak ve muhît bir şey’in hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ: Zulmetsiz dâimî bir ziya, bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakikî veya vehmî bir karanlık ile bir hat çekilse, o vakit bilinir. İşte Cenâb-ı Hakk’ın ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esmâsı; muhit, hudutsuz, şeriksiz olduğu için onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz.

Ses Yok