Îman ve Küfür | Elhüccetüz Zehra | 237
(236-242)

Âyetül Kübrâ Risalesi’nde dünya seyyahı, Hâlikını aramak, bulmak, tanımak için bütün kâinattan ve envâ-ı mevcudatından sorduğu ve otuz üç yol ile ve kat’î bürhanlarla Hâlikını ilmelyakîn ve aynelyakîn bildiği gibi; o aynı seyyah, asırlarda ve arz ve semavat tabakalarında akliyle, kalbiyle, hayaliyle gezen yorulmaz, tok olmaz, bütün dünyayı bir şehir gibi görüp, teftiş ederek, kâh Kur’ân hikmetine, kâh felsefe hikmetine aklını bindirip geniş hayal dürbünüyle en uzak tabakalara bakarak, hakikatları vâkide olduğu gibi görmüş; bizlere “Âyetül Kübrâ”da kısmen haber vermiş.

İşte şimdi biz, o ayn-ı hakikat ve bir temsil mânasında olan seyahat-ı hayaliyesiyle girdiği pekçok âlemler ve tabakalardan nümûne için yalnız üç tabakasını, Fâtiha âhirindeki muvazenenin yalnız kuvve-i akliye cihetinde bir misalini gayet muhtasar beyan edeceğiz. Sair meşhudatını ve muvazenelerini, Risale-i Nur’un muvazenelerine havale ederiz.

Birinci nümûne şöyle: O dünyaya sırf Hâlikını tanımak, bulmak için gelen seyyah, aklına dedi: “Biz, herşeyden Hâlikımızı sorduk, güzel tam cevab aldık. Şimdi güneşi güneşten sormak lâzım darb-ı meseli gibi, biz dahi Hâlikımızı “İlim” ve “İrade” ve “Kudret” gibi kudsî sıfatlarının tecellileriyle ve meşhud eserleriyle ve isimlerinin cilveleriyle tanımak, bulmak için bir seyahat daha yapacağız.” diye dünyaya girdi. Ve ikinci bir cereyan olan ehl-i dalâlet gibi birden küre-i arz sefinesine bindi. Hikmet-i Kur’âniye’ye tâbi olmayan fen ve felsefe gözlüğünü takdı ve Kur’ân okumayan coğrafya fenninin programiyle baktı gördü ki: Nihayetsiz bir boşlukta bir senede,

Ses Yok