Ki yapılmış o hâlet, hem havf ile dehşetten, hem acz ile ra’şetten, hem kalâk ve vahşetten, hem yütm ve hem yeisten mürekkeb vicdansûz.
Şimdi her cihete mukabil bir cepheyi alırız, def’ine çalışı rız. Evvel, kudretimize müracaat ederiz, vâesefâ görürüz.
Ki âcize zaîfe. Sâniyen: Nefiste olan hâcâtın susmasına teveccüh ediyoruz. Vâesefâ durmayıp bağırırlar görürüz.
Sâlisen: İstimdadkârane, bir halaskârı için bağırır, çağırırız, ne kimse işitiyor, ne cevabı veriyor. Biz de zannediyoruz:
Herbirşey bize düşman, herbir şey bizden garib. Hiçbirşey kalbimize bir teselli vermiyor; hiç emniyet bahşetmez, hakikî zevki vermez.
Râbian: Biz ecrâm-ı ulviyeye baktıkça, onlar nazara verir bir havf ile dehşeti. Hem vicdanın müz’ici bir tevahhuş geliyor:Akılsûz, evhamsaz.
İşte ey birader! Bu dalâletin yolu, mahiyeti şöyledir. Küfürdeki zulmeti, bu yolda tamam gördük. Şimdi de gel kardeşim, o ademe döneriz.
Tekrar yine geliriz. Bu kerre tarîkımız sırât-ı müstakimdir, hem îmânın yoludur. Delil ve îmâmımız, inâyet ve Kur’ân’dır, şehbâz-ı edvar pervaz.
İşte Sultan-ı Ezel’in rahmet ve inâyeti, vakta bizi istedi, kudret bizi çıkardı, lütfen bizi bindirdi kanun-u meşîete: Etvâr üstünde perdaz.
Şimdi bizi getirdi, şefkat ile giydirdi şu hil’at-ı vücudu,emanet rütbesini bize tevcih eyledi. Nişanı niyaz ve namaz.