yâni: “O şiddetli hâletin te’sirinden gelen gaflet ile, kâinatın mevcûdâtı bir kısmı düşman ve ecnebî (Hâşiye) bir kısmı müdhiş cenazeler, diğer kısmı ise, kimsesizlikten ağlıyan yetimler sûretinde... Gafil nefsime tevehhüm ile gösterilen bu korkunç levhayı, nûr-u îman ile ayne’lyakîn gördüm ki: O ecnebi, düşman görünenler birer dost kardeştirler. Ve o müdhiş cenazeler ise; kısmen hayatdar ve ünsiyetkâr ve kısmen vazifeden terhis edilenlerdir. Ve o ağlayan yetimlerin vâveylâları ise zikir ve tesbihin zemzemeleri olduğunu nûr-u îman ile gördüğümden; o hadsiz ni’metlerin menbaı olan îmanı bana veren Hâlık-ı Zülcelâl’e hadsiz hamdediyorum. Ve bu dünyada, bu dünya kadar büyük husûsi dünyamdaki bütün mevcûdâtı, hamd ve tesbihat-ı İlâhîyyede tasavvur ve niyetim ile isti’mal etmek bir hakkım olduğu nokta-i nazarından, bütün o mevcûdâtın her birisinin ve umumunun lîsan-ı halleriyle beraber ELHAMDÜLİLLÂHİ ALÂ NURİ’LÎMAN deriz” demektir.
Hem o gafletkârane hâlet-i müdhişeden hiçe inen ezvâk-ı hayat ve bütün bütün çekilip kuruyan emeller ve en dar bir dâire içinde sıkışıp kalan belki mahvolan şahsıma âid ni’metler, lezzetler birden (başka risâlelerde kat’i bir sûrette isbat ettiğimiz gibi) nûr-u îman ile kalbin etrafındaki o dar dâireyi öyle genişlettirdi ki, kâinatı içine aldı ve o Horhor bahçesinde kurumuş ve lezzetini kaçırmış ni’metler yerinde, Dâr-ı Dünya ve Dâr-ı Âhireti birer sofra-i ni’met ve birer tabla-i rahmet şekline getirdi. Göz, kulak, kalb gibi, on değil, yüz cihâzât-ı insaniyenin herbirini, gâyet uzun bir el sûretinde, her mü’minin derecesi nisbetinde o iki sofra-i Rahmâna uzatıp, her tarafından ni’metleri toplayacak bir tarzda gösterdiğinden; hem bu ulvî hakîkatı ifade, hem o hadsiz ni’mete şükür için o vakit böyle demiştim:
----------------------------------------(Hâşiye): Yâni zelzele, fırtına, tufan, taun, ateş gibi.