Ben de, âyetten bu dersimi aldıkça öyle bir kuvve-i ma’nevîyeyi buldum ki, değil şimdiki düşmanlarıma belki dünyaya meydan okutturabilir bir iktidarı îmanî hissederek bütün ruhum ile dedim. Ve hadsiz fakrım ve ihtiyacım cihetinde dahi bir nokta-i istimdâd için yine o âyete mürâcaat ettim. Bana dedi ki:
“Senmemlûkiyet ve ubûdiyet intisâbiyle öyle bir Mâlik-i Kerîme mensub ve iaşe defterinde mukayyedsin ki; her bahar ve yazda gaybdan ve hiçten umulmadığı yerden ve kuru bir topraktan kaldırır, indirir tarzında yüz def’a zemîn sofrasını ayrı ayrı yemekleriyle tezyin eder, serer. Güyâ zamanın seneleri ve her senenin günleri, birbiri arkasından gelen ihsan meyvelerine ve rahmet taamlarına birer kab ve bir Rezzak-ı Rahîmin küllî ve cüz’î ihsanat mertebelerine birer meşherdirler. İşte sen böyle bir Ganiyy-i Mutlak’ın abdisin. Abdiyetine şuurun varsa, senin elîm fakrın leziz bir iştiha olur.” Ben de o dersimi aldım. Nefsimle beraber “Evet evet, doğrudur” deyip mütevekkilâne dedim.
ÜÇÜNCÜ MERTEBE-İ NÛRİYE-İ HASBİYE: Ben o gurbetler ve hastalıklar ve mazlumiyetlerin tazyikiyle dünyadan alâkamı kesilmiş bularak, ebedî bir dünyada ve bâkî bir memlekette, dâimî bir saadete namzed olduğumu îman telkin ettiği hengâmda “of! of!” dan vazgeçtim “oh! oh!” dedim. Fakat bu gaye-i hayâl ve hedef-i ruh ve netice-i fıtratın tahakkuku ancak ve ancak bütün mahlûkatın bütün harekât ve sekenatlarını ve ahvâl ve a’mâllerini kavlen ve fiilen bilen ve kaydeden ve bu küçücük ve âciz-i mutlak olan insanı kendine dost ve muhatab eden ve bütün mahlûkat üstünde bir makam veren bir Kadîr-i Mutlakın hadsiz kudretiyle ve insana nihayetsiz inâyet ve ehemmiyet vermesiyle olabilir diye düşünüp, bu iki noktada; yâni böyle bir kudretin faaliyeti ve zâhiren bu ehemmiyetsiz insanın hakîkatlı ehemmiyeti hakkında, îmanın inkişafını ve kalbin itmi’nanını veren bir îzah istedim.
Yine o âyete mürâcaat ettim; dedi ki: daki ya dikkat edip senin ile beraber lîsan-ı hal ve lîsanı kal ile kimler yı söylüyorlar, dinle!” emretti.