Siracınnûr | Otuzüçüncü Söz | 134
(131-171)

Bir sûrette tedbir ve terbiye etmek öyle bir sikkedir ki: Hiçbir şüphe kabûl etmez, Güneş gibi parlak bir sikke-i Vâhid-i Ehaddir. Hadsiz bir kudret ve muhit bir ilim ve nihayetsiz bir hikmet sâhibinden başka kimin haddi var ki, o hadsiz derecede hârika olan şu idareye karışsın.

Çünkü: Şu birbiri içinde girift olan envâları, milletleri umumunu birden idare ve terbiye edemiyen, onlardan birisine karışsa elbette karıştıracak, halbuki:

sırrı ile, hiçbir karışık alâmeti yoktur. Demek ki hiçbir parmak karışamıyor.

DÖRDÜNCÜ PENCERE

İstîdat lîsaniyle bütün tohumlar tarafından ve ihtîyac-ı fıtri lîsaniyle bütün hayvanlar tarafından ve lîsan-ı ıztırârî ile bütün muztarlar tarafından edilen duâların makbûliyetidir.

İşte bu nihayetsiz duâların bilmüşahede kabûl ve icabeti, herbiri vücûba ve vahdete şehâdet ve işâret ettikleri gibi, mecmuu, büyük bir mikyasda bilbedâhe bir Hâlık-ı Rahîm ve Kerîm ve Mucîb’e delâlet eder ve baktırır.

BEŞİNCİ PENCERE

Görüyoruz ki: Eşya, husûsan zîhayat olanlar, defî gibi ânî bir zamanda vücûda gelir. Halbuki: Defî ve ânî bir sûrette basit bir maddeden çıkan şeyler, gâyet basit, şekilsiz, san’atsız olması lazım gelirken; çok meharete muhtaç bir hüsnü san’atta, çok zamana muhtaç ihtimamkârane nakışlarla münakkaş, çok âlâta muhtaç acib san’atlarla müzeyyen, çok maddelere muhtaç bir sûrette halk olunuyorlar. İşte bu def’î ve ânî bir sûrette bu hârika san’at ve güzel hey’et her biri bir Sâni-i Hakimin vücûb-u vücûduna şehâdet ve vahdet-i Rubûbiyyetine işâret ettikleri gibi mecmuu gâyet parlak bir tarzda nihayetsiz Kadîr, nihayetsiz Hakîm bir Vâcibü’l-Vücûdu gösterir.

Şimdi, ey sersem münkir! Haydi bunu ne ile îzah edersin! Senin gibi sersem, âciz, câhil tabiatla mı! Veyahut hadsiz derece hatâ ederek o Sani-i Mukaddese “Tabiat” ismini verip onun mu’cizât-ı kudretini, o tesmiye bahânesiyle tabiata isnad edip bin derece muhali birden irtikap etmek mi istersin!

Ses Yok