Evet, o ma’nen sıkışmış ve kurumuş akıllarına ve bozulmuş ve ma’nevîyatta ölmüş olan kalblerine, çok geniş ve derin ve ihâtalı olan îmanî mes’eleleri sığıştıramadıklarından, kendilerini küfre ve dalâlete atarlar, boğulurlar.
Eğer dikkatle kendi küfürlerinin iç yüzüne ve dalâletlerinin mâhiyetine bakabilseler, görecekler ki; îmanda bulunan mâkul ve lâyık ve lâzım olan azamete karşı, yüz derece muhal ve imkânsızlık ve imtina o küfrün altında ve içindedir.
Risâle-i Nur yüzer mîzan ve muvâzenelerle, bu hakîkatı “iki kerre iki dört eder” derecesinde kat’i isbat etmiş. Meselâ; Cenâb-ı Hakk’ın vücub-u vücûdunu ve ezeliyetini ve ihâtalı sıfatlarını azametleri için kabul edemeyen adam, ya hadsiz mevcûdâta, belki nihayetsiz zerrelere, o vücub-u vücûdu ve ezeliyetini ve ulûhiyet sıfatlarını vermekle küfrünü itikad edebilir. Veyahut ahmak Sofestaîler gibi, hem kendini, hem kâinatın vücûdunu inkâr ve nefyetmekle akıldan istifa etmelidir.
İşte bunun gibi bütün hakâik-i îmaniye ve İslâmiye, kendilerinin şe’nlerini, muktezâları olan azamete istinâd ederek, karşılarındaki küfrün dehşetli muhâlâtından ve vahşetli hurafatından ve zulmetli cehâlâtından kurtarıp kemâl-i iz’an ve teslimiyetle selim kalblerde ve müstakim akıllarda yerleştirirler.
Evet, ezan ve namaz gibi ekser şeair-i İslâmiyede kesretle
azamet-i kibriyasını her vakit ilânı, hem
hadîs-i kudsînin fermanı, hem “Cevşen-ül-Kebir” münâcâtının seksen altıncı ukdesinde: