bedâhetle isbat eder ki; helâl rızk, iktidar ve ihtiyar ile mütenâsiben değildir.. belki, tevekkül veren za’f ve acze nisbeten geliyor.
Ekseriyetçe sebeb-i hüsran olan hırsı tahrik eden iktidar ve ihtiyar ve zekâvet, bir kısım büyük ediblerde o edibleri bir nev’i dilenciliğe kadar sevkettiği gibi; zekâvetsiz, kaba, çok âmi adamların tevekkülvâri iktidarsızlıkları dahi onları zenginliğe îsâl etmesi ve
darb-ı mesel olması isbat eder ki: Rızk-ı helâl iktidar ve ihtiyâr kuvvetiyle kazanılmaz, buldurulmaz. Belki çalışmasını ve sa’yini kabul eden bir merhamet tarafından verilir ve ihtiyacına acıyan bir şefkat cânibinden ihsân edilir. Fakat, rızk ikidir.
Biri: Yaşamak için hakîki ve fıtrî rızıktır ki; taahhüd-ü Rabbânî altındadır. Hatta o kadar muntazamdır ki; bedende yağ vesâire sûretinde iddihar olunan fıtrî rızık, hiç olmazsa yirmi günden ziyâde bir şey yemeden yaşatır. Hayatını idâme eder. Demek yirmi-otuz günden evvel ve bedende müddehar olan fıtrî rızkı bitmeden zâhiren açlıktan vefat edenler rızıksızlıktan değil, belki sû-i i’tiyaddan ve terk-i âdetten neş’et eden bir hastalıktan vefat ederler.
İkinci kısım rızk: İ’tiyad, israf ve sû-i isti’malat ile tiryaki olup zaruret hükmüne geçen mecâzî ve sun’î rızıktır. Bu kısım ise; taahhüd-ü Rabbânî altında değil, belki ihsâna tâbidir. Kâh verir, kâh vermez.
Bu ikinci rızıkta, bahtiyar odur ki; medâr-ı saadet ve lezzet olan iktisad ve kanaatla sa’y-i helâli, bir nevi ibâdet ve rızk için bir fiilî dua bilerek müteşekkirâne ve minnetdarâne o ihsânı kabul edip hayatını saadetkârâne geçirir.
Ve bedbaht odur ki; medâr-ı şekavet ve hasaret ve elem olan israf ve hırs ile sa’y-i helâli bırakarak, her kapıya başvurup, tenbelkârâne ve zâlîmâne ve müştekiyâne hayatını geçirir, belki öldürür.