“FELİLLÂHİ’L-HAMD” Cenâb-ı Hakk’a yüz bin şükür olsun, bütün o hakîkatsız, tatsız, âkibetsiz ezvâk-ı dünyeviye yerine; hakîki, dâimî ve tatlı ezvâk-ı îmaniyeyi “LÂ İLÂHE İLLÂ HÛ”da ve nur-u tevhidde bulduğum gibi.. ehl-i gafletin nazarında soğuk ve sakil görünen ihtiyarlığı, o nur-u tevhid ile çok hafif ve hararetli ve nurlu gördüm. Ey ihtiyar ve ihtiyareler! Mâdem sizlerde îman var ve mâdem îmanı ışıklandıran ve inkişaf ettiren namaz ve niyaz var; ihtiyarlığınıza ebedî bir gençlik nazarıyla bakabilirsiniz. Çünkü, onunla ebedî bir gençlik kazanabilirsiniz. Hakîki soğuk ve sakil ve çirkin ve zulmetli ve elemli olan ihtiyarlık ise; ehl-i dalâletin ihtiyarlıklarıdır, belki de onların gençlikleridir. Onlar ağlamalı, onlar “vâ-esefâ vâ-hasretâ” demeli... Sizler, ey muhterem îmanlı ihtiyarlar! “ELHAMDÜ-LİLLÂHİ ALÂ KÜLLİ HÂL” deyip mesrurane şükretmelisiniz...
ON İKİNCİ RİCA: Bir zaman Isparta Vilâyetinin Barla nahiyesinde nefy nâmı altında, işkenceli bir esaretle yalnız ve kimsesiz bir köyde ihtilâttan ve muhabereden men’edilmiş bir vaziyette hem hastalık, hem ihtiyarlık, hem de gurbet içinde gâyet perîşan bir halde iken; Cenâb-ı Hak kemâl-i merhametinden, Kur’ân-ı Hakîmin nüktelerine, sırlarına dâir benim için medâr-ı teselli bir nur ihsan etmişti. Onunla o acı, elîm, hazin vaziyetimi unutmaya çalışıyordum. Vatanımı, ahbabımı, akaribimi unutabiliyordum. Fakat vâ-hasretâ birisini unutamıyordum. O da hem biraderzâdem, hem ma’nevî evladım, hem en fedakâr talebem, hem en cesur bir arkadaşım olan merhum Abdurrahmân idi. Altı yedi sene evvel benden ayrılmıştı. Ne o benim yerimi biliyor ki yardıma koşsun, teselli versin ve ne de ben onun vaziyetini biliyordum ki, onunla muhabere edeyim, dertleşeyim. Benim bu ihtiyarlık vaziyeti zamanımda; öyle fedakâr, sâdık birisi bana lâzımdı. Sonra birden birisi bana bir mektub verdi. Mektubu açtım gördüm ki: Abdurrahmânın mâhiyetini tam gösterir bir tarzda bir mektub ki, o mektubun bir kısmı Yirmi Yedinci Mektubun fıkraları içinde, üç zâhir kerâmeti gösterir bir tarzda dercedilmiştir. O mektub beni çok ağlattırmış ve el’ân da ağlattırıyor. Merhum Abdurrahmân o mektubla pek ciddî ve samimî bir sûrette; dünyanın ezvâkından nefret ettiğini ve en büyük maksadı bana yetişip küçüklüğünde benim ona baktığım gibi, o da ihtiyarlığımda bana hizmet etmekti. Hem dünyada benim hakîki vazifem olan neşr-i esrar-ı Kur’âniyede, muktedir kalemiyle bana yardım etmekti. Hatta mektubunda yazıyordu: “Yirmi otuz risâleyi bana gönder, herbirisinden yirmi otuz nüsha yazıp ve yazdıracağım.” diyordu. O mektub, bana dünyaya karşı kuvvetli bir ümid verdi. Deha derecesinde zekâya mâlik ve hakîki evlâdın çok fevkinde bir sadakat ve irtibatla bana hizmet edecek böyle cesur bir talebemi buldum diye; o işkenceli esareti, o kimsesizliği, o gurbeti, o ihtiyarlığı unuttum.