Takdir-i kelâm: “Eğer sâdık olsaydınız yapacaktınız, lâkin yapamadınız. Öyle ise sâdık değilsiniz. Öyle ise hasmınız olan Resûlü Ekrem sâdıktır. Öyle ise Kur’ân, mu’cizdir. Öyle ise îman ve tasdikiniz lâzımdır ki, ateşe düşmeyesiniz.” Bu emr-i İlâhî, onlara yapılan tehdidleri dehşetlendiriyor. cümlesindeki kelimesi, fiil-i muzaridir. Bu fiil zaman-ı hal ile istikbâl arasında müşterektir. Hurûf-u şartiyeden olan zaman-ı halden istikbâl dağlarına atıyor. Hurûf-u câzimeden olan istikbâlden mâzi derelerine fırlatıyor.Zavallı her iki edatın ellerinde top gibi oyuncak olmuştur. Bu edatların bu vaziyetleri zihinleri hem mâziye, hem istikbâle gönderiyor ki; mâziyi süslendiren beliğ hitabeleri, altın ile yazılan muallakatları, Kur’ân’ın yakınına bile gelemediklerini görsünler. O sahifeyi gördükten sonra, istikbâl sahifesini de ona kıyas etsinler.
nun kelimesine tercihinde, iki nükte vardır:Birisi: Kur’ân’ın i’cazı, onların aczindendir. Aczleri ise, eserden olmayıp fiilden olduğuna işârettir. Yâni aczlerinin menşei; Kur’ân’ın misli değildir, o misli yapmaktandır.İkincisi ise: İlm-i Sarf’ta bütün fiillerin terazisi olduğu gibi; üslûblarda da uzun hikâyeleri, işleri, vakıaları, kıssaları bir lafız ile ifade eden bir fezlekedir. Sanki kinaye kabilinden cümleleri ta’bir eden bir zamirdir.
daki hurûf-u nâsibeden olup, dâhil olduğu fiili istikbâle nakleder, müekked veya müebbed olarak istikbâlde nefyeder. Demek bu cümlenin kaili, pek büyük bir itminan ve ciddiyet ile, şekk ve şübhe etmeyerek bu hükmü vermiştir. Bundan anlaşılır ki, o zâtın işlerinde hile yoktur.