Kur’ân-ı Kerîm, bu âyet gibi çok âyetlerde terkiblerin, kelâmların muhtemel bulundukları ihtimallerden, vecihlerden bir ihtimalini veya bir vechini bir emâre ile tâyin etmemekle, nazm-ı kelâmı mürsel ve mutlak bırakmıştır. Bu da i’cazı intâc eden îcaza menşe’ olarak latif bir sırdır. Şöyle ki:
Belâgat, mukteza-yı hale mutabakattan ibârettir. Kur’ân’ın muhatabları, muhtelif asırlarda mütefavit tabakalardır. Bu tabakalara mürâaten, muhavere ve mükâlemeyi o asırlara teşmil etmek üzere, çok yerlerde ta’mim için hazf yapıyor; çok yerlerde nazm-ı kelâmı mutlak bırakıyor ki; ehl-i belâgat ve ulûm-u Arabiyece güzel görünen vecihler, ihtimaller çoğalsın ki, her asırda her tabaka, fehimlerine göre hissesini alsın.
Bu âyeti mâkabliyle nazm ve rabteden münâsebet: Kur’ân-ı Kerîm, evvelki âyetle ta’mim yaptıktan sonra, bu âyetle tahsis yapmıştır. Evet bu âyet, ehl-i kitabdan îman edenleri tahsisle şereflerini i’lân ve îmana gelmeyenleri îmana teşvik ediyor. Abdullah İbn-i Selâm ele alınarak diğerlerinin Abdullah İbn-i Selâm gibi olmaları için yapılan teşvik gibi.
Ve keza Kur’ân-ı Kerîm’in bütün ümmetlere ve risâlet-i Muhammediye’nin bütün milletlere şamil olduklarını tasrih etmek üzere, her iki ile nin her iki kısmına tansis edilmiştir.
Ve keza sadefinde bulunan îmanın rükünlerini beyân etmek için, icmalden sonra tafsile geçmiştir. Çünkü bu âyet; kitablara, kıyamete sarahaten; rusül ve melâikeye zımnen delâlet eder.