Zîra onlar, Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) gelmesini tebşir ettikleri gibi, onların ve kitablarının sıdkına olan deliller, hakîkatiyle, ruhiyle Kur’ân’da ve Hazret-i Muhammed’de (A.S.M.) bulunmuştur. Öyle ise, Kur’ân Allah’ın kelâmı ve Hazret-i Muhammed (A.S.M.) de resûlü olduğunu tarîk-i ûlâ ile kabul ediniz ve etmelisiniz.
3- Zaman-ı Saadette, Kur’ân’dan neş’et eden İslâmiyet, sanki bir şeceredir. Kökü zaman-ı saadette sâbit olmakla, damarları o zamanın âb-ı hayat menba’larından kuvvet ve hayat alarak, her tarafa intişâr ettikleri gibi, dal ve budakları da istikbâl semasına kadar uzanarak âlem-i beşere maddî ve ma’nevî semereleri yetiştiriyor. Evet, İslâmiyet mâzi ile istikbâli kanatları altına almış, gölgelendirerek istirahat-ı umûmîyeyi te’min ediyor.
4- Kur’ân-ı Kerîm, o cümlede ehl-i kitabı îmana teşvik etmekle, onlara bir ünsiyet, bir sühûlet gösteriyor. Şöyle ki:
Ey ehl-i kitab! İslâmiyeti kabul etmekte size bir meşakkat yoktur. Size ağır gelmesin! Zîra, size bütün bütün dîninizi terketmenizi emretmiyor. Ancak, i’tikâdatınızı ikmal ve yanınızda bulunan esâsat-ı dîniye üzerine bina ediniz; diye teklifte bulunuyor. Zîra Kur’ân, bütün kütüb-ü sâlifenin güzelliklerini ve eski şerîatlarının kavaid-i esasiyelerini cem’ etmiş olduğundan, usûlde muaddil ve mükemmildir. Yâni ta’dil ve tekmil edicidir. Yalnız, zaman ve mekânın tegayyür etmesi te’siriyle tahavvül ve tebeddüle ma’rûz olan fürûat kısmında müessistir. Bunda aklî ve mantıkî olmayan bir cihet yoktur. Evet, mevasim-i erbaada giyecek, yiyecek ve sâir ilâçların tebeddülüne lüzum ve ihtiyaç hasıl olduğu gibi, bir şahsın yaşayış devrelerinde, ta’lim ve terbiye keyfiyeti tebeddül eder. Kezalik, hikmet ve maslahatın iktizası üzerine, ömr-ü beşerin mertebelerine göre ahkâm-ı fer’iyede tebeddül vardır. Çünkü fer’î hükümlerden biri, bir zamanda maslahat iken, diğer bir zamana göre mazarrat olur. Veya bir ilâç, bir şahsa deva iken, şahs-ı âhere dâ’ olur. Bu sırdandır ki, Kur’ân fer’î hükümlerden bir kısmını nesh etmiştir. Yâni vakitleri bitti, nöbet başka hükümlere geldi, diye hükmetmiştir.
: Kur’ân’da hiçbir kelime bulunmuyor ki, mevkiiyle münâsebettar olmasın. Veyahut mevkiinin başka bir kelimeye münâsebeti daha çok olsun. Evet, Kur’ân’ın herhangi bir yerinde bulunan bir kelime, o mevkiin başında bir tâc-ı zerrin gibi görünür. Ve aralarındaki münâsebetlerden dolayı, aralarında geçimsizlik yeri yoktur. Ezcümle: kelimesine bak! Bu âyetin her tarafından uçup bu kelimenin başına konan letâifi gör.