Îman ve Küfür | Yirmiüçüncü Söz | 111
(93-122)

Diğerleri, namuslu müslüman büyüklerinindir.” Sonra bir köşede bir saraya rast geldim. Üstünde “SAİD” ismini gördüm. Merak ettim. Daha dikkat ettim, suretimi üstünde gördüm gibi bana geldi. Kemâl-i taaccübümden bağırarak, aklım başıma geldi; ayıldım.

İşte o vaka-i hayaliyeyi sana tâbir edeceğim. Allah hayır etsin.

İşte o şehir ise, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye ve medine-i medeniyet-i insaniyedir. O sarayların herbirisi, birer insandır. O saray ehli ise; insandaki göz, kulak, kalb, sır, ruh, akıl gibi letâif ve nefis ve heva ve kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gadabiye gibi şeylerdir. Herbir insanda her bir lâtifenin ayrı ayrı vazife-i ubûdiyetleri var. Ayrı ayrı lezzetleri, elemleri var. Nefis ve heva, kuvve-i şeheviye ve gadabiye, bir kapıcı ve it hükmündedirler. İşte o yüksek letâifi, nefis ve hevaya musahhar etmek ve vazife-i asliyelerini unutturmak, elbette sukuttur, terakki değildir. Sair cihetleri sen tâbir edebilirsin.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE: İnsan, fiil ve amel cihetinde ve sa’y-i maddî îtibariyle zaif bir hayvandır, âciz bir mahlûktur. Onun o cihetteki daire-i tasarrufâtı ve mâlikiyeti o kadar dardır ki; elini uzatsa ona yetişebilir. Hattâ, insanın eline dizginini veren hayvanat-ı ehliye, insanın zaaf ve acz ve tenbelliğinden birer hisse almışlardır ki; yabanî emsallerine kıyas edildikleri vakit, azîm fark görünür (Ehlî keçi ve öküz, yabanî keçi ve öküz gibi). Fakat o insan, infial ve kabul ve dua ve sual cihetinde; şu dünya hanında aziz bir yolcudur. Ve öyle bir Kerîm’e misafir olmuş ki, nihayetsiz rahmet hazinelerini ona açmış.

Ses Yok