Öyle de: Medeniyetin ruhu olan felsefe-i Avrupa ve hikmet-i beşeriyeyi, hikmet-i Kur’ân’la yirmi beş adet Sözler’de mîzanlarla iki hikmetin muvazenesinde, hikmet-i felsefiye âcize ve hikmet-i Kur’âniyenin mu’cize olduğu kat’iyetle isbat edilmiştir. Nasılki, On birinci ve On ikinci Sözlerde, hikmet-i felsefiyenin aczi ve iflâsı ve hikmet-i Kur’âniyenin i’câzı ve gınâsı isbat edilmiştir, müracaat edebilirsin.
Hem nasıl medeniyet-i hâzıra, hikmet-i Kur’ân’ın ilmî ve amelî i’câzına karşı mağlûb oluyor. Öyle de: Medeniyetin edebiyat ve belâğatı da, Kur’ân’ın edeb ve belâgatına karşı nisbeti: Öksüz bir yetimin muzlim bir hüzün ile ümitsiz ağlayışı, hem süflî bir vaziyette sarhoş bir ayyaşın velvele-i gınâsının (şarkı demektir) nisbeti ile, ulvî bir âşıkın muvakkat bir iftiraktan müştakâne, ümidkârane bir hüzün ile gınâsı (şarkısı), hem zafer veya harbe ve ulvî fedakârlıklara sevketmek için teşvikkârane kasaid-i vataniyeye nisbeti gibidir. Çünki: Edeb ve belâğat, te’sir-i üslûb itibariyle ya hüzün verir, ya neş’e verir. Hüzün ise, iki kısımdır: Ya fakdül ahbab dan gelir, yani ahbabsızlıktan, sahibsizlikten gelen karanlıklı bir hüzündür ki; dalâletâlûd, tabiatperest, gafletpîşe olan medeniyetin edebiyatının verdiği hüzündür. İkinci hüzün, firakülahbabdan gelir, yani ahbab var, firakında müştâkane bir hüzün verir. İşte şu hüzün, hidayeteda, nurefşan Kur’ân’ın verdiği hüzündür. Amma neş’e ise, o da iki kısımdır. Birisi, nefsi hevesatına teşvik eder. O da tiyatrocu, sinemacı, romancı medeniyetin edebiyatının şe’nidir. İkinci neş’e, nefsi susturup, ruhu, kalbi, aklı, sırrı, maâliyata, vatan-ı aslîlerine, makarr-ı ebedîlerine, ah bab-ı uhrevîlerine yetişmek için lâtif ve edebli mâsumane bir teşviktir ki,